Etkili Dualar Dua Sitesi

İsra Suresi Tefsiri

İsra Suresi Tefsiri

İsra Suresi Tefsiri

Elmalı Tefsiri

1. Tesbih ona ki, tesbihin türetilmesi ve mânâsı hakkında Bakara Sûresi’nde açıklama geçmişti. (Bakara, 2/30. âyetin tefsirine bkz.). Keşşâf sahibi der ki: ” tesbihin özel ismidir. Osman, bir adamın ismi olduğu gibi. Zikredilmesi terkedilmiş gizli bir fiile nasb edilmiştir ki, takdiri; dir, sonra fiil yerine konmuş ve onun yerini tutmuştur.

Ve Allah’ın düşmanlarının O’na nisbet ettikleri kusurların hepsinden tam bir şekilde uzak olduğuna delalet etmektedir.” Nur Sûresi’nde de demiştir ki: “Bunda aslolan, Allah’ın acaib (şaşılacak ve hayret verecek) bir sanatı görüldüğü zaman Allah’a tesbih etmektir. Sonradan kendisinden hayret edilen her şeyde bile kullanılmıştır.”Demek ki esas mânâsı tesbih ve Allah’ın noksan sıfatlardan tam uzak olduğuna delalet eden beliğ bir tenzihtir. Bununla beraber hayret yerinde kullanılır. Bazıları bu şekilde tesbih mânâsının düşeceğini zannetmişlerse de doğru değildir. Çünkü aslolan, hayret üzerine tesbih etmektir. Bununla birlikte nin Osman gibi özel isim olmasına ilişenler ve özel isim olmasını tamlama durumu dışındaki durumlarına tahsis etmek isteyenler olmuştur. Onun için Kâdî Beydâvî: “tesbihin ismidir” demekle yetinmiştir. Nasıl ki İbnü Cerir de: “Masdar (mutlak meful) yerine konmuş bir isimdir. Masdarın yerinde bulunduğu için nasbedilmiştir” demiştir. Kâmus sahibi (Firuzâbâdî), Besâîr’de der ki: “Tesbih, Allah’ı takdis demek olup dan alınmıştır. Allah’a ibadette acele etmek mânâsında kullanılmış olup ondan sonra bütün sözlü ve yazılı ibadetlerde kullanılmıştır. “Sübhane” kelimesi de aslında “Gufrâne” gibi masdardır, daha sonra tesbihin ismi olmuştur. Masdar olarak da kullanılır. Fakat âlimlerin çoğu bunun masdar olduğunu kabul etmeyerek Kamus sahibinin (Firuzâbâdî’nin) görüşünün yanlış olduğunu belirtmişler. Çünkü tesbih fiilinin sülâsîsi (üç harflisi) kullanılmıyor. Ve onun içindir ki buna masdar yerine konmuş isim denilmiştir. Ancak şöyle bir sorunun sorulması gerekir: nin yerine konduğu masdar nedir? Tesbih masdarı, tenzih ve takdis gibi tefil ölçüsündedir. Bunda tesbih olunan Allah Teâlâ’nın vasfı ise, nezahet (paklık) ve mukaddeslik gibi Allah’tan ayrılmayan bir mânâ olması yaraşır. Bundan dolayı Ebûs-Suud’un da naklettiği, tarzda, burada yi tenzih ile değil, “Allah zâtıyla noksan vasıflardan uzaktır ve yücedir” diye noksanlıklardan uzaklaştırmak ile yorumlamak daha anlamlıdır.

Demek ki sübhan, tesbihin üç harfli masdarı değil ise, onun yerine konmuş bir isimdir ki, yüce Allah’ın zatının temizliğini ve kutsallığını ifade eder. Biz, buna sübhaniyyet veya sübbuhiyyet diyebiliriz. Çünkü sübhan Allah’ın güzel isimlerinden de olur. Gerçi tesbih masdarı, edilgen olarak masdardan elde edilen mânâ ile tefsir edilirse, yani kötü şeylerden uzak olma mânâsına yorumlanırsa, bu mânâ’ya yaklaşırsa da Allah’ın zatının temizliğinde kesin delil olmayacağı için aynı değildir. Tesbih dan alınmıştır. Ve nin failine muzâf olması daha açıktır. Takdir edilen fiili de yerine göre takdir olunur. Nitekim “Akşama girdiğiniz vakit ve sabaha erdiğiniz vakit Allah’ı tesbih edin.” (Rûm, 30/17) âyeti “Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ı tesbih ediniz ” mânâsı ile emir mânâsına gelir.

Hazreti Peygamberden rivayet edilen bir hadiste “O’nun yüzünün sübuhatı yaktı” (1) diye geçmiştir ki, bunu bazıları Allah Teâlâ’nın yüzünün nurları, güzelliği; bazıları da Allah’ın yüceliği ve ululuğu ile tefsir etmişlerdir. Bununla birlikte bunda da açık olan mânâ “Allah’ın noksan vasıflardan uzak olma tecellileri” demek olmasıdır. Konumuzla ilgili olan bu hadis, İbnü’l-Esir’in “en-Nihâye fî Garibi’l-Hadis”de naklettiğine göre şöyledir: “Yani Cibril (a.s) dedi ki, Allah’ın arşı önünde yetmiş perdesi vardır. Biz bu perdelerden birine yaklaşsak Rabbimizin yüzünün nurları bizi hemen yakardı.”

Diğer bir hadiste “Yani, nur veya ateş perdesi vardır. Onu açsa yüzünün sübühâtı gözü ilişen her şeyi hemen yakardı.” Nitekim “Rabbi o dağa tecelli edince, onu yer ile bir etti. Musa da bayılarak yere düştü.” (A’râf, 7/143). Sonra bu sûrenin böyle mükemmel ve yüksek bir tesbih ve tenzih ile başlaması, daha sonra zikredilecek hayret verici işlerin önemi ile ilgilidir. Bunda birinci olarak, akıllara hayret veren imkanların üstünde olan İsrâ hadisesini yüceltmek ve onu doğrulamak için, kalblerin temizlenmesini hazırlamak ve makamın nezaketi dolayısıyla benzetme kuruntularından genellikle korunmayı hatırlatma vardır. İkinci olarak, onu mümkün görmeyen dinsizlere karşı yüce Allah’ın noksan vasıflardan beri bulunduğunu ve dolayısıyla acizlik ve yalan gibi kusurlardan uzak olduğunu açıklamakta, kudret ve bağışlamasının yücelik ve büyüklüğünü ilan etmek vardır. Üçüncü olarak, aşağıda anılan Mescid-i Aksâ’nın yıkılması dolayısıyla da bu tenzihin özel bir önemi vardır. Dördüncü olarak, genel bir şekilde bu sûrenin mânâsının Allah’ın temiz ve kusursuz olması ile ilgisine işaret vardır.

Evet O, öyle bir Sübhandır ki kulunu ona ibadet etmekle seçkin olan, bilinen özel kulunu, yani Muhammed Mustafa (s.a.v)’yı geceleyin, yani bir gecenin az bir kısmında Mescîd-i Haram’dan, -Mescid-i haram, Ka’beyi kuşatan ve Harem-i Şerif denilen camidir. Bunun etrafını kuşatan yer de özel ve belirli sınırlara kadar Harem’dir.- O Harem-i Şerif içinden veya etrafından Mescid-i Aksâ’ya -ki beytü’l-makdis’tir- geceleyin götürdü. O Mescid-i Aksâ ki, etrafını mübarek kıldık, yani çevresini din ve dünya bereketleriyle bereketlendirdik. Çünkü Musa (a.s.) dan İsa (a.s)’ya kadar vahyin iniş yeri ve peygamberlerin ibadetgâhı olmuş, hem de nehirler ve ağaçlar, çiçekler ve meyvelerle donanmış idi. Bu defa da İsrâ şerefi ile bereketli kılındı.

MESCİD-İ AKSÂ: Kudüs’deki “Beytü’l-Makdis”dir. Nitekim İsrâ hadisinde de “Burak’a bindim Beytü’l-Makdis’e vardım” diye geçmiştir. Bunun etrafı da, Kudüs ve civarı demek olur. Şifâ-i Şerif şerhinde Aliyyü’l-Kârî, Dülcî’den naklederek şöyle bir hadis rivayet eder: “Allah, Ariş ile Fırat arasını mübarek (bereketli) kılmış ve özellikle Filistini mukaddes kılmıştır.”

Görülüyor ki âyetin bu bölümünde üçüncü şahıstan birinci şahısa geçme sanatı meydana gelmiş ve bu iltifat (hitabın yönünü değiştirme sanatı) ile İsrâ hikmeti şöyle açıklanmıştır:

Gece yolculuğuna çıkarttık ki, ona bazı âyetlerimizi göstermek için, yani büyük acaib şeylerimizden göstereceğimizi göstermek; Mirac’a çıkarmak için. “Gerçekten Rabbinin varlığının en büyük âyetlerini görmüştür.” (Necm, 53/18). Buharî ve diğer hadis kitaplarında sahih rivayetlerle rivayet edildiği üzere, Hz. Peygamber (s.a.v) Burak ile Beytü’l Makdis’e vardıktan sonra oradaki büyük ve sert kayadan göğe çıkarıldı. Her bir gökte peygamberlerden biriyle görüştü, nice nice melekler gördü. Cennet ve cehennemin durumlarını gördü, Sidre-i Müntehâ’ya geçti, Allah’ın melekût âleminden bir çok acaib şeyler gördü. (Necm Sûresi’nin baştarafındaki âyetlerin tefsirine bkz.). Nihayet beş vakit namazın farz kılınması emri ile aynı gecede geri döndü. Sabahleyin Mescid-i Haram’a çıkıp Kureyş’e haber verdi. Hayret etmek ve kabul etmemekten kimi el çırpıyor, kimi elini başına koyuyordu. İman etmiş olanlardan bazıları dönüp irtidâd etti (dinden çıktı). Birtakım erkekler Ebû Bekir’e koştular. Ebu Bekir; “Eğer o, bunu söylediyse şüphesiz doğrudur” dedi. Onlar: “Onu bu konuda da mı tasdik ediyorsun?” dediler. O da: “Ben onu bundan daha ötesinde tasdik ediyorum, sabah akşam gökten getirdiği haberleri yani peygamberliğini tasdik ediyorum” dedi. Bunun üzerine kendisine Sıddık unvanı verildi. Kureyşliler içinde Beytü’l-Makdis’i o zamanki haliyle bilenler vardı. Bunlar, onun vasıfları ve durumuyla ilgili sorular sordular, tanımlamasını istediler. Derhal Hz. Peygambere Beytü’l-Makdis gösterildi. Bunun üzerine ona bakıp anlatıyordu. “Gerçi Beytül-Makdis’i tanımlamada isabet etti.” dediler. Sonra: “Haydi bakalım bizim kervandan haber ver, o bizce daha önemlidir, onlardan bir şeyle karşılaştın mı?” dediler. Peygamber (s.a.v) “Evet, falancanın kervanlarıyla karşılaştım, Revhâ’da idi. Bir deve kaybetmişler arıyorlardı. Yüklerinde bir su kadehi vardı. Susadım onu alıp su içtim ve yine eskiden olduğu gibi yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım kadehte suyu bulmuşlar mı?” buyurdu. “Bu da diğer bir alâmettir” dediler. Sonra sayıların, yüklerini ve görünüşlerini sordular. Bu defa da kervan olduğu gibi Hz. Peygambere gösterildi ve sorduklarının hepsine cevap verdi ve buyurdu ki: “İçlerinde falan ve falan önde, boz renkte bir deve üzerinde dikilmiş iki harar olduğu halde falan gün güneşin doğması ile beraber gelirler”. Bunun üzerine: “Bu da diğer bir âyettir” dediler ve o gün hızla Seniyye’ye doğru çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da onu yalancı çıkaracağız diye bakıyorlardı. Derken içlerinden birisi: “Güneş doğdu!” diye haykırdı. Diğer birisi de: “İşte kervan geliyor, önünde boz bir deve ve içlerinde falan ve falan da var, tıpkı (Hz. Muhammed’in) dediği gibi” dedi. Böyle olduğu halde yine iman etmediler de: “Bu apaçık bir büyüdür.” (Neml, 27/13; Saff, 61/6) dediler. (Miracın etraflıca açıklaması için hadis kitaplarına müracaat edilmelidir.)

Bazıları göğe yükselmenin de “Burak” üzerinde meydana geldiğini söylemişler ise de gerçek olan şudur: Mescid-i Aksâ’ya kadar İsrâ (gece yolculuğu) Burak ile olmuş. Ondan sonra Mirac, asansör kurulmuştur. Ebu Sa’îd-i Hudrî’den rivayet olunduğu üzere Resulullah buyurmuştur ki: “Beytü’l-Mak-dis’te olanları bitirdiğim zaman Mirac getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim. Ve o, odur ki, ölünüz can çekişme vaktinde gözlerini ona diker. Arkadaşım, beni, onun içinde kapılardan bir kapıya ulaşıncaya kadar çıkardı ki, ona “Koruyucu melekler kapısı” denir. Koruyucular kapısı, gök koruyucularının beklediği dünya göğü kapısıdır. Nitekim bu konuda “Ve onu, her kovulmuş şeytandan koruduk” (Hicr, 15/17) buyurulmuştu. Ve Ebu Sa’îd-i Hüdrî’nin diğer bir rivayetinde şu detaylı açıklama vardır: “Sonra Mirac getirildi -ki insanların ruhu onda göğe yükselir Baktım ki, gördüğüm şeylerin en güzeli; görmez misin ölmek üzere olan kimse, ona nasıl gözünü diker? Bunun üzerine dünya göğü kapısına kadar yükseltildik. Cebrail kapının açılmasını istedi.”O kimdir?” denildi. “Cibril” dedi. “Yanındaki kim?” denildi. “Muhammed” dedi. “Öyle mi? O Peygamber olarak gönderildi mi?” denildi. O, “evet” dedi. Hemen kapıyı açtılar ve beni selamladılar. Bir de ne bakayım görevli bir melek gördüm ki göğü koruyor ve ona İsmail deniliyor, emrinde yetmişbin melek ve her birinin emrinde yüzbin melek var. “Burada Resulullah (s.a.v) şu âyeti okudu: “Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir” (Müddessir, 74/31) ve buyurdu ki: Derken bir adam ile beraberim ki, şekli Allah’ın yarattığı günkü gibi, ondan hiçbir şey değişmemiş, kendisine soyundan olan insanların ruhu arzediliyor: “Mümin ruhu, hoş ruh, hoş kokuludur. Bunun kitabını (iyilerin defterin)de kılın” diyor. “Kâfir ruhu ise; kötü ruh, kötü kokuludur. Bunun kitabını (kötülerin defterin) de kılın” diyor. “Ey Cibril! bu kim?” dedim. “Baban Âdem” dedi. Ve o, bana selam verdi, gönlümü aldı, hayır ile dua etti “Hoş geldin salih peygamber ve salih evlad” dedi. Sonra baktım bir toplum gördüm ki, dudakları deve dudağı gibiydi. Onlara bir takım memurlar görevlendirilmişti, dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten bir taş koyuyorlar, bu taşlar makadlarından çıkıyordu. “Ey Cibril! Bunlar kimler?” dedim. O: “Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir” dedi. Sonra baktım bir toplum vardı ki, derilerinden sırım kesiliyor ve ağızlarına tıkılıyor. Ve yediğiniz gibi yiyiniz deniliyor. Ve bu onlara en iğrenç bir şey oluyor. “Ey Cibril! Bunlar kimler?” dedim. “Bunlar o koğucular, fitnecilerdir ki, insanların etlerini yerler ve sövmek ile ırz ve namuslarına saldırırlar.” dedi. Sonra baktım bir toplum var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm etlerin en güzellerinden kebaplar var, etraflarında da leşler var. Onlar, o güzel etleri bırakıp bu leşlerden yemeğe başladılar. “Bunlar kim? Ey Cebrail!” dedim. O: “Bunlar zinakarlar” dedi. “Allah’ın helal kıldığını bırakırlar da haram kıldığını yerler.” Sonra baktım bir toplum var ki, karınları evler gibidir. Bunlar Firavun ailesinin yolu üzerinde bulunuyor. Firavun ailesi sabah ve akşam ateşe atılırken bunlara uğruyor, uğradı mı bunlar bir fırlıyorlar, fırlayınca her biri karnının ağır basması ile düşüyor ve bunun üzerine Firavun ailesi bunları ayaklarıyla çiğniyorlar. “Ey Cibril! Bunlar kimler?” dedim… Dedi ki: “Bunlar, karınlarında faiz yiyenlerdir. “onların misali kendisini şeytan çarpmış olan kimse gibidir”. Sonra birtakım kadınlar memelerinden asılmış ve birtakım kadınlar, baş aşağı ayaklarından asılmış. “Ey Cibril! Bunlar kimler?” dedim. O: “Bunlar zina eden ve çocuklarını öldüren kadınlardır” dedi. Sonra ikinci göğe çıktık. Orada Yusuf ile buluştum.

Ümmetinden kendine tabi olanlar da etrafında idi. Yüzü, ayın ondördündeki dolunay gibiydi. Bana selam verdi, hoş geldin dedi. Sonra üçüncü göğe geçtik. Orada iki teyzeoğlu; Yahya ve İsa ile buluştum. Giyimleri ve saç sakalları birbirine benziyordu. Bana selam verdiler. Hoş geldin dediler. Sonra dördüncü göğe geçtik. İdris ile buluştum. Bana selam verdi, hoşgeldin dedi. Nitekim yüce Allah: “Biz onu yüce bir yere yükselttik” (Meryem, 19/57) buyurmuştur. Sonra beşinci göğe geçtik. Orada milletine sevdirilmiş olan Harun ile buluştum. Etrafında ümmetinden birçok tabileri vardı, uzun sakallı idi. Sakalı hemen hemen göbeğine değecekti. Beni selamladı, hoşgeldin dedi. Sonra altıncı göğe çıktık, Orada Musa b. İmran ile buluştum. Çok kıllı idi. Üzerinde iki gömlek olsaydı kılları onlardan çıkardı. Musa dedi ki: “İnsanlar beni “Allah katında en şerefli olan yaratık” diye iddia ederler. Bu ise Allah katında benden yalnız daha şerefli olsaydı aldırış etmezdim. Fakat her peygamber ümmetinden kendine uyanlarla beraberdir. “Sonra yedinci göğe geçtik. Ben, orada İbrahim ile buluştum. Sırtını Beyt-i Ma’mur’a dayamıştı. Beni selamladı “Salih Peygamber ve Salih evlad hoş geldin” dedi. Bunun üzerine bana denildi ki: “İşte senin yerin ve ümmetinin yeri.” Sonra Resulullah “Gerçekten İbrahim’e insanların en yakını, zamanında ona tabi olanlarla şu Peygamber (Hz. Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah müminlerin yardımcısıdır.” (Al-i İmran, 3/68) âyetini tilavet etti ve buyurdu ki: “Sonra Beyt-i Ma’mur’a girdim, içinde namaz kıldım. Ona her gün yetmişbin melek girer, Kıyamete kadar geri de dönmezler. Sonra baktım bir ağaç var ki bir yaprağı bu ümmeti bürür. Bunun kökünde bir kaynak akıyor, iki kola ayrılıyordu. “Ey Cibril! Bu nedir?” dedim. O: “Şu rahmet nehri, şu da Allah’ın sana verdiği Kevser’dir” dedi. Bunun üzerine rahmet nehrinde yıkandım, geçmiş ve gelecek günahlarım bağışlandı. Sonra Kevser’in akış istikametini tuttum ve nihayet cennete girdim. Bir de ne bakayım orada hiçbir gözün görmediği, kulağın işitmediği, insan kalbine gelmeyen şeyler var. Sonra yüce Allah bana emrini emretti ve elli namaz farz kıldı. Ondan sonra Musa’ya uğradım. “Rabbin ne emretti?” dedi. “Üzerime elli namaz farz kıldı” dedim. O: “Dön, azaltması için Rabbine yalvar. Çünkü ümmetin bunun altından kalkamaz” dedi. Rabbime döndüm, azaltması için yalvardım. O benden on vakit namaz indirdi. Sonra Musa’ya döndüm. Bu şekilde Musa’ya uğradıkça Rabbime dönüyordum. Sonunda beş vakit namaz farz kıldı. Musa, yine: “Rabbine dön, azaltmasını iste” dedi. Ben: “Çok müracaat ettim, artık utandım.” dedim. Bunun üzerine bana denildi ki: Sana bu beş vakit namaz, elli namazdır. Bir iyilik on katı iledir. Her kim iyilik yapmaya gayret eder de onu işlemezse, onu bir iyilik yazılır, işleyene de on iyilik yazılır. Her kim de bir günah yapmaya teşebbüs eder de işlemezse bir şey yazılmaz, işlerse bir günah yazılır.”

Kütüb-i sitte (Alt hadis kitabı) ve diğer hadis kitaplarında Mirac hadislerinin birçok rivayetleri vardır. Bu naklettiğimiz hadisin senedleri de İbnü Cerir tefsirinde zikredilmiştir. Görülüyor ki, bunda dünya göğüne kadar yükselmenin Mirac ile ilgili olduğu açıkça belirtilmiş, daha ilerisinde ise muhtemeldir. Fakat Alâî Tefsiri’nden Âlûsî’nin naklettiğine göre, Resulullah’ın İsra gecesi biniti beş tane idi. Birincisi Beytü’l-Makdis’e kadar Burak. İkincisi dünya göğüne kadar Mi’rac; üçüncüsü yedinci göğe kadar meleklerin kanatları; dördüncüsü Sidre-i Münteha’ya kadar Cibril’in kanadı; beşincisi Kâbe Kavseyn’e (Mirac gecesi iki yay arası kadar Allah’a yaklaşmasına) kadar Refref (manevî bir binek)

Gerçi Allah’ın kudretine göre bu vasıtalara gerek yoktur. Yüce Allah’ın dilediğini bir anda herhangi bir yere ulaştırmaya gücü yeter. Fakat bütün bunlar, âyetlerini göstermek ve ikramını ortaya koymak cümlesinden sayılır. Çünkü “Ona âyetlerimizden gösterelim diye” ifadesi gereğince İsrâ’nın hikmeti âyetleri (alâmetleri) göstermektedir. Tefsircilerden bazıları gök cisimlerinin hareketlerinin süratlerinden bilimsel misaller getirerek İsrâ ve Mirac’daki süratli yürüyüşü akıllara yaklaştırmaya çalışmışlardır. Fakat doğrudan doğruya ilâhî âyetlerden olan bir harika, tabiî bir görüş açısı ile açıklanabilmekten uzaktır. Tabiî bir tasarı, benzerlerine göre düşünmek demektir. Halbuki benzeri görülmemiş bir olayı benzerleri ile düşünmeye kalkışmak çelişki olur. O, ancak müşahede veya haber ile bilinir. Gerçi İsrâ’yı iyice tetkik edebilmek için Burak hadisi bize bir düşünce prensibini vermiyor değildir. Çünkü Burak kelimesinin berk (yıldırım) maddesinden türemiş olduğu apaçıktır. Peygamberimizin hadisinde onun tanımlanması şu şekildedir: “Boyu merkebden büyük, katırdan küçük bir hayvandır ki, ayağını gözünün (gördüğü yerin) son noktasına basar”. Bu ise şimşek ve elektrik süratini anlatır. Biz bu prensiple İsrâ’nın süratini bir dereceye kadar düşünmek ve böyle bir nakliye vasıtası üzerine binenin elektrikten etkilenmeyerek hiç sarsılmaksızın tam sükunet ve huzur içinde mesafeyi katlayabileceğini düşünebiliriz. Ve bu şekilde Burak ve Mirac vasıtalarının özel olarak tahsisine bir hikmet yönü de düşünebiliriz. Fakat bütün bunlar, en fazla noksan akıldan tam akla yaklaştıracak iman delilleri olabilir. Yoksa yer, zaman, hareket, ruh nitelikleri meselelerinin mahiyetiyle ilgili bulunan ve yüce Allah’ın kudretinin en büyük âyetlerinden olan Mirac mucizesi üzerinde düşünmek, aklın anlayış ölçüsünden çok yüksektir. Onun için demişlerdir ki o Mirac nitelendirilemeyecek kadar yücedir. Bu konuda şundan başka ne söylenebilir? O, her şeye gücü yeten ve sevendir. Hiçbir şey O’nu aciz bırakamaz. Nurundan yarattığı dostunu (Hz. Muhammed’i) ziyaretine davet etmiş, meleklerinin ileri gelenlerinden gönderdiklerini göndermiş. Cibril, binitinin özengisini, Mikail de yularını tutmuş. Nihayet bir sınıra kadar varmış, sonra da noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce Allah, dilediği şekilde o işi kendisi üslenmiş. Şimdø O Allah’ın dostuna uzun gelecek hangi mesafe ve nurlu cesedine engel olacak hangi cisim düşünülebilir?

“Huzvâ’yı geç, orada latîf bir âlem vardır ki Ruhlar onun cesetlerinin kalıntılarındandır.”

Farsça bir şiirde şöyle denilmiştir:

“Renk Onu, yani Muhammed (s.a.v.)’i âyetlerimizden göstermemiz için geceleyin yürüttük. Bu şekilde Mirac, Peygambere âyet göstermekten ibaret değil, Peygamberin kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur. Gerçekten Necm Sûresi’nin inişi daha önce olduğuna göre, Peygamber hakkında; “Andolsun, O, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü” (Necm, 53/18) anlamı daha önce gerçekleşmiştir. Ve o, kendisi Allah’ın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Ve İsrâ’nın hikmeti de ona göstermeden çok, onu göstermeye daha uygundur.

Muhakkak ki, ancak o, herşeyi işiten ve herşeyi görendir. Tefsircilerin çoğu, bu zamiri yüce Allah’a işaret etmek üzere tefsir etmişler ve meâlini şöyle açıklamışlardır: O noksan sıfatlardan münezzeh zattır ki, ancak o, kulunun gizli ve açık bütün hallerini gerçek anlamda gören ve haberdar olan ve bundan dolayı, bu yüksek makama ehil ve layık olduğunu bilendir. Onun için bu makamı ona tahsis etmiş ve ona bu şekilde ikramda bulunmuştur. Bu şekilde âyet, gıyabdan (üçüncü şahıstan) birinci şahısa iltifat (çevirme) ile başlamış ve birinci şahıstan üçüncü şahısa iltifat ile son bulmuş olur. Aynı zamanda kâfirlere karşı bir tehdid mânâsını da gerektirir. Ebu’l-Bekâ’nın naklettiğine göre, bazı tefsirciler de zamirin Peygambere işaret ettiğini söylemiş ve âyetin meâlinde demiştir ki: “Gerçekten sözümüzü işiten ve zatımızı gören yalnız o kuldur”. Bu şekilde üçüncü şahısa iltifat yoktur. Ve âyet, zahirine göre yorumlanmıştır. Ancak “zatımızı gören” diye tefsir etmek için açık bir ipucu yoktur. “O gösterdiğimiz âyetleri gören” demek daha açıktır. Bununla birlikte Tıybî demiştir ki: “Zamirin böyle iki ayrı yoruma muhtemel olarak gelmesinin sırrı, Hz. Peygamberin yüce Allah’ı görmesi ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın sözünü işitmesi ve ancak, “Benim yardımımla işitir ve benim yardımımla görür.” Hadisi şerifin mânâsı üzere olduğuna işaret olsa gerektir. (Yunus Sûresi’ndeki “Ya da o kulaklara ve gözlere kim sahiptir?” (âyetin tefsirine bkz. 10/31)

Şimdi İsrâ’dan bahsedilirken mutlaka Hz. Musa’nın mikatı (Onun için belirlenen zaman) hatırlanacaktır. Dolayısıyla Musa’nın: “Sen asla beni göremeyeceksin.” (A’râf, 7/143) hitabı ile karşılandığı “Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya geldiğinde…” (A’râf, 7/143) âyeti ile Hz. Muhammed’i Allah’ı görmeye götüren bu İsrâ âyeti arasında bir düşünülürse, Allah ile konuşan Hz. Musa’nın makamı ile, Allah’ın habibi Hz. Muhmmed’in makamı arasındaki fark açıkça anlaşılır. Buna işaret etmek üzere sözü İsrâ’dan Musa’ya nakletmekle buyuruluyor ki:

2- Şöyle diye ki, yani Tevrat’ın hidayetinin esası şu idi ki benden başka vekil edinmeyin, işlerinizi havale edecek, benden başka Rab tanımayın.

3-4- Nuh ile beraber yüklediklerimizin çocukları. Ey Nuhun gözetiminde gemiye bindirip tufandan kurtardığımız birkaç müminin çocukları!Yani ey bugünkü insanlar! Siz bu aslınızı düşünmelisiniz. Yalnız bunu düşünseniz başka vekil edinilemeyeceğini anlarsınız. Doğrusu o Nuh çok şükreden bir kuldu. Her durumunda şükrederdi. Yani siz niye nankörlük ediyorsunuz?

5- Onlardan birinci fesadın zamanı gelince, birinci fesat devrinizin zamanı olup ceza sırası geldiği zaman ki, İbnü İshak’ın rivayetine göre, Şa’ya (a.s.)yı öldürdükleri zamandır.

İbnü Cerir Tefsiri’nde geniş bir tarzda açıklanmış olan bu kıssa, ibret alınacak öğütleri kapsadığından burada nakledilmesi faydalı olacaktır. Şöyle ki:

İsrailoğulları’nda bir çok olaylar meydana gelmiş, günahlar işlenmişti. Yüce Allah, bunlarla onları sorumlu tutmamış, kendilerine iyilik ve ihsan ile muamele etmişti. Nihayet, İsrailoğulları padişahlarından Sıddıka ismindeki padişahları zamanında olaylar büyümüştü. O zaman Şa’ya (a.s) onlara peygamber olarak gönderilmiş ve Babil hükümdarı Sencarib’in hücum ve istilası bertaraf edilmişti. Şa’ya b. Emsiya (a.s.) İsa ve Muhammed (a.s)i müjdeleyen bir peygamber idi. Sıddıka, onun vahiy ve nasihatları ile amel etmiş ve başarılı olmuştu, O vefat edince İsrailoğulları’nın işleri karışmış, hükümranlıkta yarışmaya düşmüşler, birbirlerini öldürmeye başlamışlardı. Şa’yâ’yı dinlemiyorlar, nasihatlarını kabul etmiyorlardı. O vakit, yüce Allah, Şa’ya (a.s)ya buyurmuş ki: “Kalk! Kavmin içinde senin dilin üzere vahy edeceğim”. Adı geçen kalkmış yüce Allah da onun dilini vahy ile konuşturup buyurmuş ki:

“Ey gök dinle! Ey yer sus! Çünkü Allah Teâlâ İsrail oğulları’nın durumunu anlatacak.”

O İsrailoğulları ki, kendi nimetiyle büyütmüş, kendisi için seçmiş, ihsanı ile seçkin kılmış, kullarına üstün kılmış ve ihsanıyla başkalarına üstün tutulmuştu. Halbuki onlar, çobanı olmayan kaybolmuş davar gibi idiler. Öyle iken ürkenlerini yatıştırdı, kaybolanlarını topladı, kırıklarını sardı, hastalarını tedavi etti, zayıflarını semizlendirdi, semizlerini korudu. Bunu yaptığı zaman azdılar, koçları tosuşmaya başladı, birbirlerini öldürüyorlar, hatta kırığı kendine sarılacak sağlam bir kemik bile kalmadı. Yazıklar olsun bu hata yapan ümmete! Yazıklar olsun şu hata yapan topluma ki, ölümün kendilerine nereden geldiğini anlayamıyorlar. Deve bile vatanını hatırlar da ona döner gelir. Eşek bile üzerinde doyduğu bağı hatırlar ve ona geri döner. Öküz bile semizlendiği şenliği hatırlar ve ona döner gelir. Bu toplum ise öküz değil, eşek değil, akıl sahipleri oldukları halde, ölümün kendilerine nereden geldiğini farketmiyorlar. Ben onlara bir misal vereceğim, dinlesinler, onlara de ki:

“Bir zaman boş, harap, bayındır olmayan ölü bir arazi vardı. Ve bunun kuvvetli ve bilgili bir de sahibi vardı. Onu imar etmeye başladı. Kendi kuvvetli iken arazisinin harap olmasını veya bilgili iken boşuna harcadı denilmesini istemedi. Etrafını duvarla çevirdi, içinde sağlam bir köşk yaptı, ortasından ırmak geçirdi. Zeytinden, nardan, hurmadan, üzümden ve türlü türlü meyvelerin hepsinden cins cins ağaçlar dikti ve onu kuvvetli, güvenilir, görüş sahibi, çalışkan bir korucunun korumasına emanet bıraktı, gelişmesini bekledi. Tomurcuklandığı ve meyveleri keçi boynuzu çıktığı zaman, “Aman bu ne kötü arazidir! Bunun duvarını, köşkünü yıkalım, ırmağını kapayalım, bekçisini yakalayalım, ağaçlarını yakalım; eskiden olduğu gibi harap olsun, imardan iz ve eser kalmasın” dediler. Bu davranışı nasıldır, buna ne dersiniz? Allah buyurdu ki: “O duvar benim zimmetim (koruluğum), köşk şeriatım, nehir kitabım, koruyucu peygamberim, dikilen ağaçlar da onlar, o ağaçların çıkardığı keçi boynuzu da onların kötü amelleridir. Ben de onlara, kendi aleyhlerine verdikleri hükümle hükmettim. O, onlara Allah’ın verdiği bir misaldir. Bana sığır ve koyun kesmekle yaklaşmak istiyorlar. Halbuki et, bana ulaşmaz ve ben onu yemem. Bana takva ile, haram kıldığım nefisleri boğazlamaktan sakınmakla yaklaşmayı bırakıyorlar. Kanlarla elleri boyanmış, elbiseleri bulaşmış. Benim için evler ve ibadet edilecek yerler yükseltip sağlamlaştırıyorlar ve onların içlerini temizliyorlar da kendi kalblerini ve vücutlarını pisliyorlar ve kirletiyorlar. Benim için evleri ve ibadet yerlerini yaldızlı nakışlarla süslüyorlar da akıllarını, fikirlerini bozuyorlar. Benim evleri yükseltip sağlamlaştırmaya ne ihtiyacım var? Ben o evlerde oturmam, benim nakışlı ibadet yerlerine ihtiyacım mı var? Ben onlara girmem, ben onların yükseltilmesini ancak içlerinde zikir ve tesbih edilmem için ve namaz kılmak isteyenlere bir alâmet olması için emrettim.”

Diyorlar ki: “Eğer Allah’ın, bizim dostluğumuzu ve kaynaşmamızı pekiştirmeye gücü yetse idi elbette toplardı. Ve eğer bizim kalblerimize anlatmaya Allah’ın gücü yetse idi mutlaka anlatırdı. “İki kuru ağaç al, en çok birleştikleri bir sırada birleştikleri yere var. O iki ağaca hitap ederek Allah da size ikinizin bir ağaç olmanızı emrediyor. Bunu söyleyince iki ağaç birbirine karışıp hemen birleştiler. Bundan dolayı Allah, buyurdu ki: “Söyle onlara gördünüz ya ben, iki kuru ağacı birleştirmeye kadirim. Dileseydim sizin dostluğunuzu birleştirmez miydim veya kalplerinize söz geçiremez miydim? Halbuki ona ben şekil verdim.”

Diyorlar ki: “Oruç tuttuk, orucumuz kabul makamına yükselmedi, namaz kıldık namazımız nurlanmadı, sadaka verdik sadakalarımız sebebiyle malımız artırılmadı, güvercin gibi inleyerek dualar ettik, kurtlar gibi uluyarak ağladık hiç biri işitilmedi, dualarımız kabul edilmiyor.”

Allah buyurdu ki: “Onlara sor, benim duaları kabul etmeme engel olan nedir? Ben işitenler içinde en fazla işiten, bakanlar içinde en fazla gören, cevap verenlerin en yakını, merhamet edenlerin en merhametlisi değil miyim? Elimdeki şeyler mi azdır? Nasıl olur ki? Benim kudret ellerim iyilik yapmaya açıktır, dilediğim gibi harcarım ve bütün hazinelerin anahtarları benim yanımdadır. Onları benden başkası ne açar, ne kapatır. Gerçekten benim rahmetim her şeyi kapsar. Birbirlerine merhamet edenler ancak o sayede ederler. Yoksa sonradan cimri mi oldum? Ben cömertlerin en cömerdi, bütün iyilikleri yapmayı sevenim; verenlerin en cömerdi, kendisinden dilek istenenlerin en fazla kerem sahibi değil miyim? Eğer şu kavim benim kalblerinde parlattığım, ondan sonra kendilerinin onu atıp da dünyayı satın aldıkları hikmet ile nefislerine bir göz atsalardı, nereden vurulduklarını görürler ve en büyük düşmanlarının, kendi nefisleri olduğunu tam olarak bilirlerdi.”

“Ben onların yalan sözle ayıp ve kusurlarını örterek iyi göründükleri, haram yemekle kuvvet almak istedikleri oruçlarını nasıl kabul ederim? Onların kalbleri benimle savaşmaya, yarışmaya kalkışan, haram kıldıklarımı işleyenlere kulak verip dururken namazlarını nasıl nurlandırırım? Veya sadakaları benim katımda nasıl zekat yerine geçer (Mallarını temizler) ki? Onlar başkalarının mallarını sadaka olarak veriyorlar. Ben onlarla ancak kendilerinden gasbedilmiş olan sahiplerini mükafatlandırırım. Hem dualarını nasıl kabul ederim ki? O ancak dilleri ile söyledikleri bir sözdür, yaptıkları ise ondan çok uzak ve farklıdır. Ben ancak yumuşak huylunun duasını kabul ederim, ancak zavallı zayıf yoksul kimselerin sözünü dinlerim ve yoksulların, miskinlerin rızası benim rızamın alâmetlerindendir. Fakirlere merhamet, zayıflara yanaşma, mazluma insaf, malı gasb edilene yardım, hazırda bulunmayana adalet etseler dullara, yetime, yoksula ve her hak sahibine hakkını verseler! Bana insanla konuşmak yaraşsaydı ben onlarla konuşurdum.”

“Ve o vakit gözlerinin nuru, kulaklarının duyma gücü, kalblerinin anlayışı olurdum. Ve o vakit bellerini doğrultur, ellerinin ve ayaklarının kuvveti olurdum. Ve o vakit dillerini ve akıllarını sağlamlaştırırdım.”

“Sen benim peygamberlik işlerimi tebliğ edip, onlar sözümü işittikleri zaman: “Bunlar uydurma laflar, birinden birine miras kalan lakırdılar, büyücülerin ve kâhinlerin yazdıkları eserlerden bir eserdir” diyorlar. Ve kendileri de böyle bir söz söylemek isteseler yapabilirler ve şeytanların onlara yapacağı vahy ile gaybden haberdar olabileceklerini iddia ediyorlar. Ve hepsi bu söylediklerini gizliyor, sır tutuyor. Durum böyle ise onlar bilirler ki, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim. Ve onların açıkladıkları ve gizledikleri şeyleri de bilirim. Ben gökleri ve yeri yarattığım gün, kendim için var ettiğim bir hüküm verdim. Ve ona önünde süreli bir zaman belirledim ki mutlaka o, gerçekleşecektir.

Eğer onlar gayb ilminden çalmalarında doğru iseler, haydi sana haber versinler ben o hükmü ne zaman tatbik edeceğim, o ne zaman olacak?. Eğer onların, dilediklerini yapmaya güçleri yetiyorsa, benim onu yapacağım kuvvet gibi bir kuvvet göstersinler. Ben onu müşriklerin istememesine rağmen, her dinin üstüne çıkaracağım. Eğer onların, dilediklerini söylemeye güçleri yetiyorsa, o hüküm emrini vereceğim. Hikmetin benzerini telif etsinler (yazsınlar). Çünkü ben gökleri ve yeri yarattığım gün şöyle hükmettim:” Peygamberliği, ücretle çalışanlar içinde kılayım, mülkü çobanlara, yüceliği alçak kimselere, kuvveti zayıflara, zenginliği fakirlere, serveti malı en az olanlara, şehirleri kırlara, kaleleri çöllere, beredayı enginlere, ilmi cahillere, hükmü okuma-yazma bilmeyenlere çevirip vereyim.”

Şimdi onlara sor bu, ne zaman? Ve bunun başına geçecek kimdir? Kimin eli ile ben bu sünneti açacağım? Bu işin yardımcıları ve destekleyenleri kimlerdir? Biliyorlarsa söylesinler. Ben bunun için okuma, yazma bilmeyen bir peygamber göndereceğim. Sert değil, kaba değil, sokaklarda bağırmaz, edebe ve terbiyeye uymayan davranışta bulunmaz, edebe aykırı söz söylemez. Ben, ona her güzellik için doğru bir davranış vereceğim, her güzel ahlâkı ona bağışlayacağım. Sükuneti elbisesi, iyiliği prensibi, takvayı gönlü, hikmeti düşüncesi, doğruluk ve vefakarlığı tabiatı, affı ve şeriatın hoş gördüğü şeyleri ahlâkı, adalet ve iyiliği yaşantısı, hakkı şeriati, hidayeti imamı, İslâmı milleti, Ahmed’i ismi kılacağım. Sapıklıktan sonra onunla hidayet edeceğim. Cahillikten sonra onunla öğretim yapacağım, düşkünlükten sonra onunla yükselteceğim, tanınmazken onunla şan vereceğim, azlıktan sonra onunla çoğaltacağım, darlıktan sonra onunla zenginleştireceğim, ayrılıktan sonra onunla toplayacağım. İhtilafa düşen kalbleri, dağınık arzuları, bölünmüş ümmetleri onunla birleştireceğim. Ümmetini, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet yapacağım.

Benim birliğime inanmak için bana iman ve ihlas ile şeriatın uygun bulduğunu emredecek ve şeriatın yasakladıklarını nehyedecekler. Ayakta, oturarak, rukua vararak ve secde ederek bana namaz kılacaklar. Benim yolumda saf tutarak ve düşmana karşı yürüyerek savaşacaklar. Benim rızamı elde etmek için mallarından, yurtlarından çıkacaklar. Ben onlara camilerinde, meclislerinde yattıkları, gezdikleri yerlerde tekbir, tevhid, tesbih, hamd, övgü ilham edeceğim, Sokak başlarında tekbir, tehlil ve takdis edecekler. Benim için yüzlerini, el ve ayaklarını temizleyecekler, bellerine elbiseler (ihramlar) bağlayacaklar, kurbanları kanları, kitapları göğüsleri, gece rahip, gündüz arslan. O benim bir lütfumdur ki, dilediğime veririm. Ve ben çok büyük lütuf sahibiyim.

Şa’yâ (a.s) sözünü bitirince öldürmek için üzerine saldırmışlar. O da kaçıp bir ağaca gizlenmiş, eteğinin dışarda kalan ucunu görmüşler, testereyi dayayıp onu ağaç ile beraber biçmişler. Sonra Ermiyâ (a.s.)’yı da hapsetmişler. Allah Teâlâ da Buhtu Nassar’ı onlara musallat edip belalarını vermişti.

Nitekim buyuruyor ki: Şiddetli savaşçı ve güçlü, kendisinden hoşlanılmayan kullarımızdan üzerinize saldık. Burada izafette (tamlama ile) marife olarak: “kulumuz” buyurulmayıp nekire olarak “bir kulumuz” buyurulması bunların, Allah’a nisbet edilerek anılacak, marifet ve ibadetleri makbul kulları olmadığına işarettir. Yani bu belirsiz yapmada “O’nun kulu” ifadesindeki belirlilik gibi özel tamlama ile bir şereflendirme mânâsı değil, şiddetli bir korkutma ve dehşet mânâsı vardır. Gerçekten yüce Allah, âlemlerin Rabbi olduğu için, aslında mümin de kâfir de onun kuludur. Ve düşünmeli ki, mümin iken azan bir kavme, kâfir bir kavmin musallat kılınması ne korkunç şeydir. Salih ellerle ıslah kabul etmeyen kavimleri bekleyen sonuç ta budur. Bazı tefsirciler, bu olayın Câlut olayı olduğunu söylemişlerse de çoğunluk, “Buhtu nassar” olayı demişlerdir. Bununla beraber esas önemli olan taraf, olayın zaman ve şahısları değil, özel mahiyeti ile hikmetidir. Kur’ân’da da ancak bu nokta anlatılmıştır. Onun için en doğrusu şahıslar ve zamanların belirlenmesi ile uğraşmayarak olayı, Kur’ân’ın açıklaması yönüyle kökü ve hikmeti ile ele almaktır.

Allah’ın yüceliği, onlara o korkunç kulları saldırttı da evlerin aralarını yokladılar. Yani öyle istila ettiler, öyle can kırımı yaptılar ki, herkese açık genel yerlerden başka, evlerin aralarını arayıp öldürecek İsrailoğulları’nı aradılar ve bu, yerine getirilmiş ve vaad oldu. Yani birinci fesat döneminde vaad edilen hüküm ve alın yazısı bu şekilde gerçekleşti, tamam oldu. (Bakara Sûresi’ndeki “Veya altı üstüne gelmiş bir şehire uğrayan kimseyi görmedin mi?” (2/259) âyetinin tefsirine bkz.).

6- Sonra da size, onlar üzerine tekrar saldırma imkânını verdik. Devletinizi tekrar verdik ve sizi malllarla ve oğullarla destekledik ve sizi orduca çoğalttık.

7- Şöyle diyerek ki: Eğer iyilik ederseniz; Allah’a itaat, emir ve yasaklara riayet etmekle güzel çalışır, iyilikler yaparsanız kendinize iyilik etmiş olursunuz. Çünkü o iyilik ve itaatin bereketleriyle yüce Allah, size her türlü iyilik ve bereket kapılarını açar ve eğer kötülük yaparsanız o da kendi aleyhinizedir. Allah’a isyan eder, yasak şeyler ve bozgunculuk peşinde olursanız, kendinize kötülük etmiş olursunuz. Çünkü isyan ve bozgunculuğun uğursuzluğu ile, üzerinize dünya ve ahiret cezalarının kapıları açılır. Demek ki İsrailoğulları devletinin bu şekilde geri verilmesi Allah’ın bir yardımı olmakla beraber, aynı zamanda kendilerinin iyi çalışmalarıyla da ilgili idi. O acı terbiye ile tevbe etmişler, durumları düzelerek güzel çalışmışlar. “Allah onu yüz sene öldürdü.” (Bakara,2/259) âyetinin mânâsı gereğince, yüz seneden sonra da olsa başarmışlardı. Fakat bu iyilik, devam etmeyip ikinci bozgunculukları başlayacak ve o vakit son cezalandırma zamanları gelecek, kötülükleri yüzlerine çarpılacak, devletleri başlarına yıkılacaktı. Nitekim şöyle buyurulmuştur: Bunun üzerine sonraki cezalandırma zamanı gelince; önce haber verilen iki defa fesat çıkarmaktan sonuncusunun cezalandırılma zamanı gelince ki bu da Yahya (a.s)yı öldürme ve İsa (a.s)yı öldürme ve çarmıha germeye kalkıştıkları zamandır yüzlerinizi kötü duruma sokmak için ve ilk kez girdikleri gibi Mescid’e (Kudüs’e) girmeleri için ve her istila ettiklerini mahvetmeleri içindir. Krallar taifesinden Babil kralı Cuder veya Cürdus diye rivayet edenler olmuşsa da bu üç facianın sonucu bir olayın safhaları veya birçok olayların zincirleme ardarda meydana gelmesi olarak düşünülebilir. Her birinde “lâm”ın açıkça ifadesi ikinci ihtimali daha fazla andırır. Bu yıkımı yapan şiddetli kuvvet sahipleri de tarihi bilgilere göre Totistan Kostantin’e kadar Romalılar olmuştu.

(Bakara Sûresi’ndeki “Allah’ın mescidlerinde, Allah’ın adının anılmasına engel olan ve onların harab olmasına çalışandan daha zalim kim vardır?” (Bakara, 2/114)

8-Bundan sonrasına gelince:

Rabbinizin size rahmet etmesi yakındır. Yani âlemlere rahmet olan ahir zaman peygamberinin gönderilmesi ve sizin o saldırılardan kurtulmanız ümidi artık yakındır. Şu şartla ki siz düzelme yolunu tutarsanız. Şayet siz yine dönerseniz; eskisi gibi bozgunculuğa geri dönerseniz biz de döneriz. Yine cezalandırırız. Ve biz cehennemi kâfirler için bir kuşatıcı, çıkılması imkansız bir hapishane kılmışızdır. Yüce Allah’ın hükmü ve yargısı olan bu hükümler, vaktiyle İsrailoğulları’na gönderilen kitapta Tevrat ve ekleri olan sahifelerde bildirilmiş idi. Onların takdirleri böyle idi.

Şimdi o yakın olan rahmet nerededir, diyecek olurlarsa, işte:

9-10- Gerçekten işte bu Kur’ân en doğru, en sağlam yola irşad eder ve salih amelleri, yani Kur’ân’da açıklanan iyi işleri yapan müminleri müjdeler ki: Kendileri için büyük bir mükafat muhakkak vardır. Ahirete inanmayanlara da çok acı bir azab hazırladığımız gerçektir. Şu halde buna karşı insanların yapacağı şey, iman ile iyi amelleri işleyip o büyük mükafatı istemek ve o acı azabdan korunmaktır. Fakat:

11- İnsan hayra dua eder gibi, şerre de dua eder veya şerri davet eder. Sanki o büyük mükafata dua ediyormuş gibi, o acıklı azaba dua eder. Veya yaptıkları ile o azabı davet eder. Bunun sebebi de şudur: İnsan pek acelecidir. Sonra olacak şeyin vaktinden önce hemen olmasını ister. Sabır ve tahammül zoruna gider de iman ile yararlı işlerden önceye alarak o büyük mükafatı isteyecek yerde, acelesinden imansızlar hakkında hazırlanmış olan çok acı azaba dua eder. Onun bir an önce hemen yerine getirilmesini bir iyilik ister gibi ister ve bu şekilde kendisine kötülüğü davet etmiş olur. Çünkü bir şeyin vaktinden önce acele, olarak gerçekleşmesini isteyen kimse, o şeyden mahrum edilmekle azarlanır. Bundan dolayı müminler, kötülüğe dua etmemeli, sabır ve ihtiyat ile hayra dua etmeli ve yararlı işleri yapmaya teşebbüs ile hayra davet etmelidir.

İnsanın çok aceleci olması bir de şu mânâyı kapsar: İnsan peşincidir. Veresiyeden daha fazla peşine heves eder. Ahireti, dünyada görmek ister. Onun için insanların birçoğu ahireti bırakır da dünyayı ister. O büyük ücrete önem vermez, o acıklı azabı hesaba almaz. Ve bu şekilde kendisine hayır istiyormuş gibi kötülüğü davet eder. Ki bu mânâ biraz sonra (17/18) âyeti ile açıklanacaktır. Özetle her kişisinde veya bütün durumlarında değil, cinsi itibarı ile veya bazı durumlarda insan çok acelecidir. Ve acelesinden iyilik ve kötülüğü birbirinden ayırmaz, sonunu gözetmez. Zaman âyetlerini hesaba almaz da kendine iyiliği davet ediyormuş gibi bir tehlike ile kötülüğü davet eder.

12- Halbuki biz gece ve gündüzü iki âyet yaptık. Gece ve gündüz denilen iki alâmet ki değişme ve birbirini takip etmekle zamanın akışına ölçü ve onun üzerinde hüküm ve tasarruf icra eden Allah’ın kudretinden birer nişanedirler. Bunları yaparken gece âyetini sildik. Bu nazım, ihtibâk sanatı cinsinden bir icaz ile şu mânâya işaret eder ki, gece ve gündüzün kendilerini iki âyet yaparken, her biri için de birer âyet yaptık ve bunun için gece âyetini sildik. “Gündüz âyetini gösterici kıldık.” Gece âyeti karanlık veya ay, gündüz âyeti de ışık veya güneştir. Fakat burada gece âyeti, karanlık ile tefsir edilecek olursa; karanlığın silinmesi, gündüz âyetinin mânâsı demek olacağından bu fıkra, ikincisinden fazla bir fayda ifade etmemiş olacaktır. Şu halde gece âyetinden maksadın ay olması ve karanlığın bunun mahvedilmesinden anlaşılması daha açıktır. O halde ayın mahvedilmesinden maksat nedir? İbnü Abbas demiştir ki: “Gece âyeti olan ay, güneş gibi aydınlatıcı idi, aydınlığı mahvedildi ve ayın yüzündeki karaltı o mahvın izidir.” İbnü Ebi Hâtem’in rivayet ettiğine göre, Muhammed b. Ka’b-ı Kurazî demiştir ki: Gece bir güneş, gündüz de bir güneş vardı. Gece güneşi mahvedildi ve işte aydaki silinti odur.” Delâilü’n-Nübüvve’de Beyhaki ve İbnü Asâkir, Saîd-i Makbürî’den şöyle rivayet etmişlerdir ki: “Abdullah b. Selam, Peygamber (s.a.v) den aydaki karaltıyı sordu. Resulullah dedi ki: ‘İkisi de güneş idi, yüce Allah “Biz gece ve gündüzü iki Ayet kıldık ve gece âyetini sildik” buyurdu. Şimdi gördüğün karaltı o silintidir.” Bunlar, gibi daha diğer izler de vardır. Demek ki ay önce güneş gibi aydınlatıcı olarak yaratılmıştı, o da bir güneş demekti. Ve o halde güneş gibi ısısı da vardı. Sonra yüce Allah o güneşi sildi, yani söndürdü ve böylece şimdi bildiğimiz gece âyeti olan ay meydana geldi. Şu halde gerek ayın yüzündeki karaltı ve gerek aksettirdiği ışığının büyüyüp küçülmesi ve nihayet kamerî ayın son üç gününde kaybolup yeni bir hilâl olarak ortaya çıkması, o silmenin bir eseri ve neticesidir. Ayın nuru kendiliğinden olmayıp güneşten elde edildiği, eskiden beri astronomi ilmi bilginlerince bilinirse de ayın, önceleri güneş gibi aydınlatıcı iken, sonradan böyle mahvedilip sönmüş olduğu bilinmiyordu. Kur’ân’ın bildirmiş olduğu bu gerçeği nihayet zamanımız bilim adamları almış kabul etmiş ve bu günkü bilimsel düşüncelerini bu temel üzerine takip etmekte bulunmuşlardır. Gök cisimlerinin meydana gelme şekilleriyle ilgili teorilere yol açmış olan bu ayın silinmesi meselesi, bilimsel açıdan çok önem taşıdığı gibi, dini açıdan da öyledir. Çünkü kıyamet hallerinden “Güneş dürülüp söndürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp düştüğü zaman…” (Tekvîr, 81/1-2) âyetleri ile bildirilen güneşin dürülüp söndürülmesi, yıldızların kararıp düşmesi hadiselerinin düşünülüp tasdik edilmesini önceden bir misal ile ibret bakışına sunmaktır. Kıyamet ve ahireti hesaba aldırmak için, zamanın değişim seyrini mütalaa ettirmek hikmetiyle gece ve gündüz âyetlerini söz konusu eden bu âyetin gelişi de özellikle bu ibret ile ilgilidir. Böylece buyuruluyor ki, gece âyetini mahvettik ve gündüz âyetini bir gösterici kıldık. Yani güneşi, gözü olanlara herşeyi görecek bir görme vasıtası olan ışık ile parlak yaptık ve mahvetmedik ki Rabbinizden lütuf isteyesiniz. Bu hitabın insan cinsine yönelik olduğu dikkate alınırsa bundan anlaşılır ki, yer üzerinde insan cinsi ayın silinmesinden sonra yaratılmış ve gece ile gündüzün birbirinden ayrılması insan hayatının feyiz sebeplerinden birisi olmuştur. Bu şekilde mânâ şöyle olur: Bunların böyle yapılması şu hikmetler içindir ki siz, hayata mazhar olup görüş ve düşünce sahibi insanlar olasınız da bunları yapan ve sizi yetiştiren Rabbinizin büyüklüğünü anlayarak çalışsanız; fakat kötülük ve noksanlık için değil, O’nun lütuf ve kereminden hayırlı kazanç ve ilerleme istemek için çalışasınız ve yılların sayısını ve hesabı bilesiniz. Geceleriyle ve gündüzleriyle, aylarıyla ve yıllarıyla zamanı ölçüp önünü sonunu, dünyayı ve ahireti hesap edesiniz ve dünyaya güvenip ahiretteki hesabı unutmayasınız diye, bunları böyle yaptık. Ve her şeyi geniş olarak açıkladık. Yani yaratılış âleminde her şeyi ayırd edip gündüz âyeti ile gösterdiğimiz gibi, Kur’ân’da da din ve dünyanızla, iyilik ve kötülüğünüzle ilgili her şeyi âyetleri ile açıkladık; bu şekilde Kur’ân, gündüz âyeti gibidir. Bunun karşısında önceki kitaplar ise, mahvedilmiş gece âyeti gibi neshedilmiştir.

13-Bu geniş açıklama cümlesinden olmak üzere: Her insanın da amelini kendi boynuna taktık. Yani şans ve kaderini, gayb âleminden uçup gelecek olan iyi veya kötü nasibini kendi zimmetine bağladık. Sorumluluğu kendi istek ve ameline tahsis ettik veyahut vebalini kendi nefsine bağladık. Ve ona kıyamet gününde bir kitap, amellerini kaydeden ve hesabını gösteren bir defter çıkaracağız ki, o kitap açık olarak, veyahut neşrolunarak ona şöyle çatacak: Kitabını oku! Bugün hesap görme bakımından sen kendine yetersin. Onun için insan, dünyada da her gün kendini okumalı, hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çekmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” buyurulmuştur.

14-Bu geniş açıklama cümlesinden olmak üzere: Her insanın da amelini kendi boynuna taktık. Yani şans ve kaderini, gayb âleminden uçup gelecek olan iyi veya kötü nasibini kendi zimmetine bağladık. Sorumluluğu kendi istek ve ameline tahsis ettik veyahut vebalini kendi nefsine bağladık. Ve ona kıyamet gününde bir kitap, amellerini kaydeden ve hesabını gösteren bir defter çıkaracağız ki, o kitap açık olarak, veyahut neşrolunarak ona şöyle çatacak: Kitabını oku! Bugün hesap görme bakımından sen kendine yetersin. Onun için insan, dünyada da her gün kendini okumalı, hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çekmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” buyurulmuştur.

15-Böyle her insanın amelinin kendi boynuna takılmasının mânâsının özü daha fazla açıklanarak buyuruluyor ki: “Kim doğru yola gelirse, sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar…” İyi amma herkes hidayet ve sapıklığı nasıl belirlesin, denecek olursa, bu varsayılan soruya cevap olarak buyuruluyor ki: Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz. Peygamber gönderilince de hidayet ve sapıklık tebliğ edilmiş olur. Fakat onu kabul edip etmemek herkesin kendi boynuna, kendi iradesine bağlıdır.

16- Böylece herkesin amellerinin kendi boynuna takılmış olması, her insanın yalnız kendi boynundaki vebali ile sorumlu tutulması, yalnız kişilere mahsus olmayıp her topluluğun yıkımının da kendi içinden, kendi boynuna geçirilen baykuşlarından ileri geldiğini anlatmak için de buyuruluyor ki: “Biz bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman varlıklı kimselerine (itaat) emrederiz de onlar kötülük işlerler. Böylece orası azabı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz.”

17- Böylece herkesin amellerinin kendi boynuna takılmış olması, her insanın yalnız kendi boynundaki vebali ile sorumlu tutulması, yalnız kişilere mahsus olmayıp her topluluğun yıkımının da kendi içinden, kendi boynuna geçirilen baykuşlarından ileri geldiğini anlatmak için de buyuruluyor ki: “Biz bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman varlıklı kimselerine (itaat) emrederiz de onlar kötülük işlerler. Böylece orası azabı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz.”

18- Kim geçici dünya hayatını isterse, yani dünya için çalışır, amelinin mükafatını bu dünya hayatında almak isterse ona burada, bu dünyada peşin veririz. Fakat eşit olarak herkese istediği kadar değil istediğimiz kimseye dileyeceğimiz kadar. Çünkü herhangi bir amelin değeri, çalışanın istediği ile değil, çalıştıranın kabul etmesi ile belirlenir. Bununla birlikte: “Kim dünya hayatını ve onun süslerini isterse, Biz onlara dünyada yaptıklarının tam karşılığını veririz. Onların orada bir şeyleri de eksiltilmez.” (Hûd, 11/15) âyeti gereğince hepsinin ameli tam olarak verilir. Hiçbirinin hakkı yenmez. “Sonra da ona cehennemi hazırlarız.” İşte çok aceleci olmanın önü hoş gibi görünürse de sonucu böyle korkunçtur.

19- Kim de ahireti diler ve ona iman ederek onun için gerekeni yaparsa. İşte bunların çalışmaları Allah katında makbuldür. Dünya için çalışanlara da, ahiret için çalışanlara da, her ikisine de Rabbinin nimetlerinden veririz.

20- Yani amellerinin karşılığı olarak değil, Rabbine ait olan sonsuz ihsan ve bahşiş olarak yardım ederiz. Ve Rabbinin ihsan ve bahşişi men edilmiş değildir. Peşin karşılığını almak için çalışana da verilir, veresiye çalışanlara da verilir. Bundan dolayı dünya için çalışanlara dünyalıkları verilirken, ahiret için çalışanlar dünyada mahrum edilir zannedilmemelidir.

21- Bak, onların bir kısmını diğer kısmından nasıl üstün kılmışızdır. Her iki kısımdan insanların bu dünyadaki ihsan ve yardım yönüyle derecelerinin ne kadar farklı, dünya menfaatlerindeki oranlarının ne kadar birbirinden üstün olduğu hissedilmektedir. Bu fark ve değişikliğin esası, yalnız yüce Allah’ın bir tercihi ve üstün tutmasıdır ve ancak O’nun iradesinin eseridir. Her insanın kaderi boynuna böyle bağlanmıştır.

Elbette ahiret dereceler bakımından daha büyüktür, faziletçe de daha yüksektir. Bundan dolayı insan acele etmemeli, çalışmasının makbul olması için bütün maksatlarında ahireti tercih etmelidir.

22-Ey insan! Allah ile beraber başka bir ilâh uydurma! Sonra kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın. Allah katında kınanmış olur, kendini kurtaracak hiçbir yardımcı bulamazsın.

Çünkü Allah’a ortak koşmak, çok büyük zulüm, en büyük haksızlıktır. Zalim ise her zaman kınanmış ve netice itibariyle yardımdan mahrum kalmıştır. Halbuki her çalışma ve çaba harcama kuvvete dayanır. En büyük kuvvet ise haktır. Hakkın başı da Allah’ın birliğine inanmaktır. “Allah’ın güç ve kuvvetinden başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur” Ahirete uygun çaba için ilk şart iman olduğundan dolayı, ilk önce imanın birinci rüknü olan tevhidden başlamakla, çalışma ve amelde hareket kanunu, edinilmesi gereken ahlâk ve faydalı amellerin esaslarını tesbit eden ve nihayet yine tevhid işini pekiştirerek Allah’a ortak koşmayı kınayacak olan aşağıdaki emirler ve yasaklar, dikkat ediniz ne güzel hikmetlerdir:

41-52- O takdirde mutlaka hepsi Arşın sahibine bir yol ararlardı. Bu âyete, iki mânâ verilmiştir: Birisi, “Her biri o bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah’a galip gelme çaresini arardı. Çünkü galip olmadan ilâh olamazdı. “Bu durumda “Eğer yerle gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak bozulurdu, yok olurdu.” (Enbiyâ, 17/22) âyeti gereğince “bürhan-ı temanü”ya (Kelâm ilminde âlimlerin devir ve teselsülün mümkün olmadığını isbat eden delillerine) işaret olur. İkincisi de “Her biri, Allah’ın tek zatından kuvvet ve kudret elde etmeksizin bir şey yapamayacaklarını, bir cumhuriyetin başkansız olamayacağını bildiklerinden, hepsi ona yaklaşmak için bir yol arardı. Bu şekilde ise hiçbiri ilâh olamaz, Allah’ın ilâh olduğunu kabul etmiş olurlardı.” demektir.

Ve Allah’a hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Çokları, bu tesbihin hal dili ile delaletten veya hal ve sözden daha umumî olduğunu söylemişlerdir. Fakat bazı tefsirciler, hakikî mânâsı üzere, sözle tesbih etmek olduğunda ısrar etmişlerdir. Çoğunluğun görüşü, halkın akıllarına ve anlayışlarına en çok dokunur görünürse de Alusî Tefsiri’nde uzunca anlatıldığı üzere, Resulullah’ın elinde taşların tesbihinin duyulması gibi rivayet edilen bir çok hadis ve eser bazı tefsircilerin görüşünü desteklemektedir. Muhyiddin-i Arabi ve diğer birçok sofiler de bu görüştedirler.

53-55- Burada özellikle Davud ve Zebur’un zikredilmesinin sebebi:

1- Kureyş Peygambere karşı mücadele etmek için yahudilere müracaat ediyorlar. Yahudiler de: “Musa’dan sonra peygamber yoktur, Tevrat’tan sonra kitap yoktur” diyorlar. Şu halde bununla onların bu iddiaları çürütülmüştür.

2- Bununla üstünlüğün değerine işaret edilmiştir. Çünkü Davud (a.s) büyük bir hükümdar idi. Böyle iken burada onun hükümdarlığı gözönünde bulundurulmayıp da Zebur’un tahsis edilmesi, zikr edilen üstünlükten maksat, mal ve mülk ile değil, ilim ve din ile üstünlük demek olduğunu gösterir.

3- Zebur’da peygamberlerin sonuncusu (Hz. Muhammed) ve onun ümmetinin, ümmetlerin en hayırlısı olduğu yazılmıştı. Nitekim “Andolsun ki biz, Tevrat’tan sonra Zebur’da da: ‘Yeryüzüne mutlaka salih kullarım varis olacak’ diye yazmıştık.” (Enbiya 21/105) buyurulmuştur, (Enbiyâ Sûresi’ndeki bu âyetin tefsirine bkz.)

56-58- Buradaki kitaptan maksat Levh-i Mahfuzdur.

59- O âyetlerle (mucizelerle) peygamber göndermekten bizi hiçbir şey alıkoymuş değil, ancak onları öncekiler yalanlamış oldular. Ve bundan dolayı tamamen imha ve yok edildiler. Âyetler, yani Allah’ın kudretine delalet eden alâmetler üç kısma ayrılır. Bir kısmı herşeyi kapsar.

“Her şeyde onun (Allah’ın) bir âyeti vardır ki, bir olduğuna delalet eden.” Âlimlerin düşüncesi bu âyettedir. Bir kısmı gök gürültüsü, güneş tutulması gibi alışılagelmiş âyetlerdir. Cahillerin düşüncesi de bundadır. Bir kısmı olağanüstüdür. Ki peygamberlerin mucizeleri, velilerin kerametleri bu çeşittendir. Mucizeler arasında inadına istek ve ısrar edilen bir kısım vardır ki, bunlara “âyât-ı mukteraha” denilir. Bunlar, gösterildiği zaman (Peygambere) inanmayanlar, Semûd kavmi gibi köklerini kesecek bir azab ile derhal yok edilmişlerdir.

Buradaki belirli bir şeye delalet eden belirleme edatı “lâm-ı ahd” ile, işte bu cinsten “âyât-ı mukteraha”ya işarettir ki, Kureyş müşriklerinin inadına olarak istedikleri âyetler (mucizeler) demektir. Nitekim biraz sonra “Dediler ki: Biz sana asla inanmayız tâ ki bizim için şu yerden bir pınar akıtırsın.” (İsrâ, 17/91) diye açıkça ifade edilecektir.

Halbuki biz bu âyetleri ancak korkutmak için gönderiyoruz. Yani ey Muhammed! Sana gönderdiğimiz âyetleri azab ve yok etmek için değil, ahiret azabından korkutmak için gönderiyoruz. Bundan dolayı onların inat ederek istedikleri mucizelerin gönderilmemesi Allah’ın kudretine karşı bir engel bulunduğundan dolayı değil, Hz. Muhammed’in ümmeti hakkında Semûd kavmi gibi hepsinin kökünü kesecek bir azab Allah’ın maksadı olmadığından dolayıdır.

Bu âyetin iniş sebebinde İbnü Abbas’tan yapılan rivayete göre, Mekke halkı Safa tepesinin altın yapılmasını ve Mekke etrafındaki dağların ortadan kaldırılıp ekilebilir bir arazi haline getirilmesini istemişlerdi. Resulullah (s.a.v) bunu yüce Allah’tan dileyince buyuruldu ki: “İstersen yaparım. Fakat şu şartla: Eğer dinden çıkarlarsa önceki kavimler gibi onları da yok ederim.” Bunun üzerine: Ya Rabbi! bunu yapmanı istemem. Sabır dilerim.” dedi. Ve bunun üzerine bu âyet indirildi. Bu rivayeti, Ahmed b. Hanbel, Nesaî, Hakim, Taberânî ve diğer muhaddisler rivayet etmişlerdir.

60-Buna karşı belki bunlar, (daha sonra) Peygamberi yalanlamazlardı gibi bir ihtimalin hatıra gelmemesi için buyuruluyor ki; Hani hatırlarsın ya, biz sana: Hiç şüphe yok ki Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır demiştik. Yani ilmi ile insanları kuşatmıştır. “Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir.” (İsrâ, 17/55) buyurulduğu üzere hepsinin içini, dışını, önünü, sonunu tamamen bilir. Bundan dolayı istedikleri mucizeler gönderildiği takdirde, önceki insanlar gibi bunların da Peygambere inanmayacaklarını Allah bilir. Her insanın amelini veya kaderini boynuna bağlayan O’dur. Bir de onların Peygamberi yalanlayacakları şu delilden hareketle de anlaşılır:

Baksana: Biz, Mirac gecesi o sana gösterdiğimiz manzaraları, ancak insanları imtihan etmek için sana gösterdik. Rüyayı, bazıları Fetih Sûresi’nde gelecek olan Mekke fethi rüyası, bazıları da Bedir’de müşriklerin ileri gelenlerinden her birinin yıkılacakları yerleri gösteren Bedir’le ilgili rüyadır, demişlerdir. Fakat bu âyet, Mekke’de indiğinden dolayı Medine’de olan o rüyalarla yorumlanması uygun olamaz. Doğru olan görüş, âlimlerin çoğunun açıkladığına göre, bu gösterme ve görmenin, sûrenin başında geçen İsra âyetindeki “Ona âyetlerimizi göstermek için” görmesine işaret olmasıdır. Çünkü orada uzun uzadıya açıklandığı gibi bu olağanüstü Mirac olayı üzerine o müşrikler iman etmek şöyle dursun, iman edenlerden bazılarının bile dinden çıkması gibi büyük bir fitne olmuşlardı. Burada rüya olarak ifade edildiğinden dolayı Mirac’ın uykuda meydana gelen bir rüya olduğunu zannedenler olmuşsa da bu da doğru değildir. Çünkü uykuda görülen rüyada şuraya buraya gitmek, göklere çıkmak herkesin başına gelebilir. Ve açıkça biliniyor ki, böyle bir rüya gördüğünü söyleyen kimseye karşı çıkarak onun bu rüyasını kabul etmemekle de hücum edilmez. Eğer Mirac uykuda görülen bir rüyadan ibaret olsa idi, onun bir fitne yapılmasının anlamı olmazdı. Doğrusu rüya aslında vezninde masdardır. Örfe göre uyku halinde görülen şeylere isim olmuşsa da aslında mânâsı, görmektir, görmek demektir. Bu âyette de bu esas mânâsı üzerine söylenmiştir. Ancak burada buna rü’yet (görmek) denilmeyip de rüya denilmesinin nüktesini düşünmek gerekir. Bunda üç görüş vardır: Birincisi, bu görme geceleyin meydana gelmiş bir görmedir. İkincisi, bu anlatıldığı zaman müşrikler, sen bir rüya görmüşsün demişler. Üçüncüsü, Mirac hadislerinde görüldüğü üzere, o geceki görmeler arasında rüyadaki gibi örnek olarak gösterilmiş kısım da vardı. Mesela cennet ve cehennemi açıkça görürken içlerindeki bütün cennetlikleri ve cehennemlikleri de görmüştü. Halbuki bunların birçoğu henüz dünyaya bile gelmemiş olduklarından bunların, olmadan önce kendilerine benzeyen şekilleriyle görülmüş oldukları anlaşılır. Öyle ise mânânın özeti şu olur: İsrâ gecesi sana gerçekten bizim gösterdiğimiz o Mirac görüşü âyetlerimizden en büyük bir âyet olduğu halde, biz onu inat ederek âyet (mucize) istemekte olan o insanlar için sırf bir fitne ve imtihan vesilesi yaptık. Gösterilen olağanüstü alâmetlere rağmen inanmadılar da inadına yalanladılar. Bundan dolayı Rabbinin bildiği gibi, bu imtihan ile de anlaşılır ki, hangi âyet gösterilse yalanlayacaklardır.

Kur’ân’da lanet edilmiş olan ağacı da, aynı şekilde onlar için bir fitne (vesilesi) kıldık. Bu lanetlenmiş ağaçtan maksat, Buharî ve diğer hadis kitaplarında rivayet olunduğu üzere zakkum ağacıdır. Ki Sâffât Sûresi’nde: “Yoksa zakkum ağacı mı? Biz o ağacı zalimler için bir fitne (vesilesi) yaptık O, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları, şeytanların başları gibidir. Onlar, ondan yiyecekler ve karınlarını onunla dolduracaklar. Sonra üzerine kaynar su katılmış bir içki, şüphesiz onlar içindir” (Sâffât, 37/62-67); Duhân Sûresi’nde: “Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir. Pota gibi karınlarında kaynar. Sıcak suyun kaynaması gibi.” (Duhân, 44642-46); Vâkıa Sûresi’nde: “Sonra siz ey doğru yolu kaybetmiş yalanlayıcılar! Mutlaka zakkum ağacından yiyeceksiniz. Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Onun üzerine de kaynar su içeceksiniz.” (Vâkıa, 56/51-54) buyurulmuştur. Rivayet ediliyor ki, bu âyetler indiği zaman Ebu Cehil demiş ki: ” Muhammed sizi öyle bir ateşle korkutuyor ki, taşları yakarmış. Sonra da diyor ki o ateşte ağaç biter!” İbnü’z-Ziba’ra da: “Biz zakkum diye ancak hurma ile kaymağı tanırız” demiş. Bunun üzerine Ebu Cehil cariyesine emredip hurma ve kaymak hazırlatmış ve arkadaşlarına: “haydi zakkumlanın!” demiş ve bunun üzerine zakkuma aşık olup İslâmiyet’ten çıkanlar olmuştu. Bu beyinsizler, deve kuşunun köz ve kızgın demir yuttuğunu ve yeşil ağaçta ateş gizlendiğini gördükleri halde, bunları yapan Allah’ın kudretinin ateşin kökünden cehennemin dibinden çıkaracağı ağacı inkâr etmek ve küçümsemekle ne kötü aldanmışlardı. Bu lanetlenmiş ağaç hakkında birkaç söz daha söylenmiş ise de en güvenilir ve en doğru görüşe göre zakkum ağacı olmasıdır. Bunun bu şekilde bu âyetin sonunda zikredilmesi ise, İsrâ’yı yalanlayan o inatçıların lanete hayranlıklarına işaret eden dehşetli bir uyarıdır. Nitekim buyuruluyor ki ve biz onları korkutuyoruz da o korkutma onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey artırmıyor. Neden mi?

61-65- “Benim kullarım” ifadesindeki tamlama şereflendirme içindir. Maksat, ihlaslı kullardır. “Doğrusu şeytanın, inananlar ve yalnız Rabblerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur.” (Nahl, 16/99) âyetinde buyurulduğu gibi.

71-77- Her insan toplumunu önderleriyle çağıracağımız o günü düşünmeli. İmam, hidayet ve delalette öne geçirilip arkasına düşülen, kendisine uyulan kimse demektir ki, bir peygambere, bir kitaba, bir dine, bir mezhebe veya herhangi bir başkana, bir kumandana denilebilir. Şu halde o gün, her insan topluluğu ilâhî veya şeytanî önderlerine nisbet edilerek, mesela: Ey İbrahim ümmeti, ey Musa ümmeti, ey İsa ümmeti ve ey Muhammed ümmeti diye veya ey Firavun halkı, ey Nemrud halkı v.s. diye veyahut dinlerine, kitaplarına, mezheplerine nisbet ile ey falan ümmet, falan millet diye çağırılacaklar. “Kimin kitabı sağ eline verilirse işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve en küçük bir haksızlığa uğratılmayacaklar” Ve bu dünyada kör olan, yani bu dünyada kalp gözü kör olup da doğru yolu görmeyen, hak imama uymayan, o üstün kılınma ve şereflendirme nimetlerine karşı nankörlük eden ahirette, yani ahiret hususunda daha kör ve yolca daha yanlıştır. Onun için ahirette kör, sağır ve dilsiz olarak ve yüzün koyu sürünerek haşr olunacaklar ve kitapları sollarından verilecektir.

Sen şuna bak:

78- Namazı devamlı kıl ve kıldır. Güneşin zevali (batıya kayması) dolayısıyla gece karanlığına kadar ki öğle, ikindi, akşam, yatkı vakitlerini içine alır.

Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber buyurmuştur ki: “Güneşin batıya kayacağı vakitte Cebrail geldi, bana öğle namazını kıldırdı” Sabah Kur’ân’ını da, yani kırâeti özellikle önemli olan sabah namazını da dosdoğru kıl. Muhakkak sabah Kur’ân’ı şahitlendirilmiştir. Ona gece melekleri de gündüz melekleri de hazır ve şahid olur ve bütün kâinat uyanır, insanın gözle görme zevki yükselir.

79- Gecenin bir bölümünde de sadece sana ait bir nafile olarak teheccüd namazını kıl Rabbinin seni öğülmüş bir makama göndermesi kesindir. Burada “Kulum nafile namazları kılmakla bana yaklaşmaya devam eder, nihayet ben onun kulağı, gözü ve kalbi olurum.” kudsi hadisinin mânâsıyla olan ilgi açıktır. Makâm-ı Mahmud: Herkesin hamd ile yücelteceği muazzam makam demektir ki, hamdin gerçek anlamının dayanağı olan mutlak yakınlık makamı, yani hadislerde rivayet edildiği üzere Livaül’l-hamd altında büyük şefaat makamıdır.

80- Ve de ki, yani teheccüd namazını kılıp şöyle dua et ki: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla ve çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Yani herhangi bir işe veya herhangi bir yere koyarken tam dürüstlükle kabul olunan ve razı olunan bir şekilde koy ve herhangi bir işe veya bir yere çıkarırken de yine tam bir dürüstlük ile kabul olunan ve razı olunan, övülen bir şekilde çıkar. Bundan dolayı emrettiğin kulluk vazifelerinin girişinde, çıkışında, yüklediğin peygamberlik görevinin yerine getirilmesinde ve tamamlanmasında doğruluk ve dürüstlükle başarı ihsan edip ahiretin girişi olan mezara koyduğunda dürüstlükle koy ve çıkarıp öldükten sonra dirilttiğinde de dürüstlükle dirilterek gönder ve tarafından bana, kâfirleri, mağlup edecek kudretli bir yardımcı ver. Bana gizli kahredici bir delil, mağlup edici bir kudret tahsis et ki, onun saltanatı karşısında kâfirler mağlub ve kahredilmiş, iman edenler üstün gelmiş ve zafer kazanmış olsun.

81- Dikkat etmeye değerdir ki, bu duanın kabul edildiğini müjdeleme tarzında da şöyle buyurulmuştur: Yine de ki:

Hak geldi batıl yok oldu Gerçekten batıl, daima yok olmuştur. Hz. Muhammed’in peygamberliği ile hak dinin gelmesi anından itibaren gerçekten kâfirlik ve Allah’a ortak koşmanın yok oluşu başlamış, daha sonra Mekke fethedildiği zaman Ka’be’den putları atarken Hz. Peygamber bu âyeti okuyarak önce verilen bu haberin doğruluğunu ilan etmişti.

82- Hak ne ile geldi, denecek olursa, işte cevabı şudur: Biz Kur’ân’dan öyle âyetler indiriyoruz ki, müminler için şifa ve rahmettir. Burada dünya türlü türlü kaygı ve hastalıklar, bela ve sıkıntı ile dolu bir hastahaneye, Peygamber bir doktora, Kur’ân da şifa verici ilaç ve yeterli gıdaya benzetilmiş oluyor. Şüphe ve iki yüzlülük, kâfirlik ve uyuşmazlık, zulüm ve haksızlık, hırs, ümitsizlik, işsizlik , cahillik, taklid, bağnazlık, kötü niyetli olmak gibi ahlâkî ve sosyal, psikolojik hastalıklara karşı Kur’ân’ın şifa ve rahmet olduğu kesin bir gerçektir. Bundan başka maddî hekimliğin, tedavisinde aciz kaldığı nice vücut hastalıklarına karşı da Kur’ân’ın şifa bağışlayan özellikleri, yetkili kimselerin öteden beri gördükleri bir husustur. Bununla beraber zalimlerin ise, ancak zararını artırır. Hakkı sevmeyenler inanmazlar da o şifa ve rahmetten faydalanamazlar ve bu şekilde zararlarını artırmaktan başka bir şey yapmazlar, kendi nefislerine zulmederler.

83-Bunun sebebi de biz o insana, o çok zalim ve çok bilgisiz olan insana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizerek uzaklaşır. Nimetle şımarır, nimet verenden yüz çevirir, nankörlük eder. Ona zarar ziyan dokununca da son derece ümitsizliğe düşer. İşte böyle nimet halinde teşekkür, zarar halinde ümit ve dua özelliği bulunmayan insanlardır ki, o zalimlerdir. Kur’ân böylelerinin zararını artırır. Böyleleri, müjdelemekle de yola gelmez, korkutmakla da.

84- De ki hepsi, iman edenler de etmeyenler de kendi hal ve niyetine göre iş yapar.

“ŞÂKİLE” kelimesi tabiat, âdet, din, ahlâk, niyet, mizaç ve yaratılış, birbirine benzeyen yollar gibi değişik ve fakat birbirine yakın mânâlarla tefsir edilmiş ise de en kapsamlı mânâsı sonuncusudur. Yani herkes kendi durum ve mizacına uygun olan yolda hareket eder. Başka bir ifade ile özel hislerine göre iş yapar. Bu durumda en doğru yola gideni Rabbiniz en iyi bilendir. Yani herkes kendi mizacına göre hareket ederek hoşuna giden yolu tutmakla doğru yol tutmuş olmaz. Bir din veya mezheb herhangi bir kişinin veya toplumun mizaç ve duygularına uygun gelmekle hemen doğru olamaz. Hak din, Allah’ın kitap ve Resulü ile bildirdiğidir. Buna göre mizacı hakka uygun olan kimselere ne mutlu! Mizac, ruh meselesine temas etmek dolayısıyla:

85-86- Sana ruhtan da sorarlar veya soruyorlar Siyerde İbnü Abbas’tan nakledildiğine göre Kureyş Nadr b. Hâris ile Ukbe b. Ebî Muayt’ı Medine’deki yahudi hahamlarına gönderip: “Onlar, kitap ehlindendirler, siz de bulunmayan bilgiler onlarda bulunur. Muhammed’i sorun bakalım” demişler. Bunun üzerine ikisi birlikte Mekke’den çıkıp Medine’ye varmışlar ve sormuşlar.

Yahudiler: “Ona mağara halkından, Zulkarneyn’den ve ruhtan sorunuz. Eğer hepsine cevap verir veya susarsa peygamber değildir. Ve eğer bir kısmına cevap verip bir kısmından susarsa peygamberdir” demişler. Çünkü ruh, Tevrat’ta kapalı olarak ifade edilmiş. Onlar, gelmişler sormuşlar. Bunun üzerine iki kıssa, yani Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssaları açıklanıp ruh kapalı bırakılmış olmakla sorduklarına pişman olmuşlardır. (Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn Kıssaları için Kehf Sûresi, 18/9-22, 83-101Ayetlerinin tefsirine bkz.)

Ahmed, Nesaî, Tirmizî, Hakim ve İbnü Hıbban ve daha birtakım muhaddisin İbnü Abbas’tan yaptıkları rivayette ise; Kureyş, yahudilere demişler ki: “Bize bir şey veriniz şu adama soralım.” Onlar da “Ruhtan sorunuz” demişler. Onlar sormuşlar, onun üzerine bu âyet inmiştir. “Sana ruhtan sorarlar…” Bunlara göre bu âyet de Mekke’de inmiştir. Fakat Buharî’de ve Müslim’de ve diğer kitaplarda rivayet edildiğine göre Abdullah b. Mes’ud (r.a.) demiştir ki: “Ben Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Medine’de bir tarlada yürüyordum ve o, bir değneğe dayanıyordu. O sırada bir bölük yahudi rastladılar, birbirlerine: “Şuna ruhtan sorunuz” dediler. Bunun üzerine bir kısmı kalktı, ruhtan sordu. Sorunca Resulullah, ona karşı bir şey söylemeyip sessizliğe daldı. Ben derhal bildim ki, kendisine vahiy geliyordu. Olduğum yerde dikildim. Vahiy inince buyurdu ki: “Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden sadece az bir şey verilmiştir.” Buna göre ise bu âyet Medine’de inmiştir. Bu bakımdan bazıları bu âyetin biri Mekke’de biri Medine’de olmak üzere iki defa indiğini söylemişlerdir.

Yukarılarda da geçtiği üzere ruh denildiği zaman başlıca üç görüş açısı göz önünde bulundurulmuştur: Kendisi ile hareket yapılan şey, yani hareketin başlangıcı; kendisi ile hayat olan şey, yani hayatın başlangıcı; kendisi ile anlaşılan şey, yani anlayışın başlangıcı.

Hareketin başlangıç noktası olması düşüncesiyle ruh, maddenin tam karşılığı olarak kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde veya ruh denildiği zaman bu düşünce kastedilir. Bu mânâ, ruhun en genel mânâsıdır. Mesela elektrik bu mânâya göre bir ruh ve her hareket edici güç bir ruh demektir.

Hayatın başlangıcı düşüncesi ile ruh ise, bundan daha özel bir şeydir. Fakat bunda da iki ayrı düşünce vardır. Birisi genel mânâsı ile hayattır ki, bitkilerin hayatını da kapsar. Bu mânâya göredir ki, genel olarak bitkilere bile ruh (canlı) denildiği olmuştur. Birisi de meşhur mânâsı ile hayat, yani hayvanlara ait hayattır ki insana ait hayat ile son bulur. Bu mânâya göre ruh, bitkilere ait ruhtan daha özel olup onu da kapsamaktadır.

Sonra idrak (anlayış)ın başlangıcı, yani duyumla beraber olan sade vicdandan, bilgi, anlama, ilim, irade, konuşma ve diğer şeyler gibi en yüksek derecelere kadar şuurla ilgili bütün olayların ve dolayısıyla bir manevî hayatın vasıtası olması itibariyle ruh gelir ki, ruhun en seçkin özelliğini ifade eden bu mânânın en açık görüntüsü insanın nefsinde tecelli ettiğinden buna insan ruhu denilmiştir. İnsanın nefsini hayvanî ruhtan ayıran ve insana ait bilgiyi hakka ulaştırarak kendini ve başkalarını bildiren bu ruh hakkındadır ki “Ruhumdan ona üflediğim zaman…” (Hıcr, 15/29) buyurulmuştur. Biz bunu (ruhu) kendisi ile duyar, vicdan, irade, akıl erdirme, içten konuşma gibi etkileri ile tanırız. Her insanda bu ruhun bir parıltısı bulunduğunda şüphe yoksa da insan nefsinin, bu ruhun aynı olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. Fakat ruh gerçeği, insan gerçeğinin ötesinde olmasaydı, insan, eşyanın bizzat kendisinden hiçbir gerçeği anlayamaz veya bütün gerçeğin, insandan meydana gelmiş olması gerekirdi. Halbuki insanın bilmediği pek çok şey vardır. Ne kadar az olursa olsun bildiği de yok değildir. Bundan dolayı, idrakin başlangıcı olan ruh, insanın fizikî hayatında vücuduna üfürülen hava, ışık, sıcaklık gibi manevî hayatında nefsine üfürülen bir başlangıçtır ki, insan nefsinin yaratılışı hidayet ve doğru yolu kaybetmemedeki payı olan üfürme derecesi ile uyumludur.

De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Burada emr, “ümur”un müfredi (tekili), yani iş; yahut “evâmir”in tekili, yani kumanda mânâsına gelir. Tefsircilerin bir çoğu min” in beyaniye veya bazısı, bir kısmı mânâsına tebîziye, emrin (işin) Rabbe izafeti’nin (rabb ile tamlama halinde bulunması) de bilginin tahsis edilmesi mânâsına olması üzere şöyle tefsir etmişlerdir: “Ruh, ancak Rabbinin bileceği iştendir, ruhun hakikatı öyle şeylerdendir ki, onunla ilgili bilgiyi Allah Teâlâ kendine tahsis etmiştir” Bu şekilde cevap, “İlim, ancak Allah katındadır” (Mülk, 67/26) denilmiş gibi olur. Eğer ruh hakkındaki soru “niçin herkese aynı derecede ruh verilmiyor da yaratılış değişiyor diye herkesin ruhî durumlarındaki ayrılığın hikmetinden sorulursa bu tefsire diyecek yoktur. Çünkü bu husus, yaptığından sorumlu olmayan yüce Allah’ın yalnız varlıklar üzerindeki iradesine ait olduğundan ancak onun bileceği bir iştir. Âyetin hemen ardında “eğer biz dileseydik” buyurulması da bununla ilgilidir.

Fakat ruhun gerçek mahiyeti veya hükümleri açısından soru düşünüldüğü zaman, bu cevapta hiçbir şey bildirilmemiş denemez. Bilakis bunda ruhun özü ve hükmüyle ilgili bütün fizik ötesi tartışmaları kesip atan bir tanımlama verilmiştir. Şöyle ki: “Bir şeyin olmasını dilediği zaman, O’nun emri sadece “ol” demektir. O da hemen oluverir.” (Yasin, 36/82) âyeti gereğince Rabbin emri, bir şeyi irade edince Allah’ın işi başka hiçbir şart ve sebebe muhtaç olmaksızın yalnız “ol” demekle hemen oluvermekten ibaret bir emirdir: Fiilî bir yaratılıştır, bir gereklilik ve etkidir ki “Bizim emrimiz bir defadır. Ve göz kırpması gibidir.” (Kamer, 54/50) âyetinin mânâsına göre basit bir göz kırpmasının ifade ettiği ani bir irade veya his işi gibi bir defadır. Şu halde ruhun, Allah’ın emrinden olması, yüce Allah’ın yalnız “ol” emrinden yaratılan ve başka bir unsur ve çıkış yeri bulunmayan ilâhî bir harika olması demek olur. Birtakım müfessirler de bu mânâyı tercih etmişlerdir.

Bu mânâda “emir” kelimesinin fâiline mûzaf olduğu bellidir. “Min” başlangıç mânâsına olduğu takdirde ruh, emrin eseri olan basit ve yaratılmış özel bir cevher olarak düşünülebilir. “Min”, maddeyi açıklama mânâsına geldiği takdirde ise ruh, Rabbin emri cinsinden yalnız bir iş, özel bir etki demek olur. Burada şöyle meşhur bir soru vardır: “Allah her şeyin yaratıcısı ve herşey Allah Teâlâ’nın yaratma emri ile meydana getirilmiş ve yaratılmış olduğuna göre bu mânâ, “ruh, eşyadan bir şey veya işlerden bir iştir” demeye eşit olmaz mı? Ve o durumda bununla ruhun özelliğini anlatan bir tanımlama verilmiş olduğu nasıl söylenebilir? Yukardaki açıklamalarda bu soruyu geçersiz kılan kayıtlar ve işaretler vardır .Bunu daha fazla bir açıklıkla anlamak için de “İyi biliniz ki, yaratmak ve emretmek O’na mahsustur.” (A’râf, 7/54) yüce âyetini göz önünde tutmak gerekir. Görülüyor ki orada emir, yaratmaya karşılık olarak zikredilmiştir. Burada ise iki yorum vardır:

Birincisi: Yaratma, takdir, yani miktar ve nicelik vermek mânâsı itibariyle madde ve cisimleri yaratma ve icad etmektir. Kayıtsız yaratmada kullanılması ise genelleştirme iledir. O halde buna karşılık emir, maddeye karşılık ve hacimsiz olarak düşünülen genel kuvvetler gibi, soyut olan işleri gerektiren fiil ve etkidir. Nitekim Âdem hakkında “Allah Âdem’i topraktan yarattı. Sonra ona “ol” dedi ve o da oluverdi.” (Al-i İmrân, 3/59) buyurulması bu farkı gösterir.

İkincisi: Emirde kumanda mânâsının esas olmasıdır. Bu yönüyle emir, yaratılan bütün yaratıklar üzerinde yapılan ve yapılacak olan tasarruf ve egemenlik işleri ile, bu işleri meydana getiren gereklilik ve etki fiiline uygun olur ki, Rab olma sıfatının tecellisi bununladır. “Daha sonra kudretiyle Arşı kuşatan Allah’tır. Bütün işleri nizama koyan O’dur.” (Yunus, 10/3) ifadesi, bunu gösteriyor. Şu halde yaratma, emrin tatbik yerini meydana getiren iş, emir de mahlukatın zorlama veya iradeye bağlı terbiye işlerini ifade eden fiildir. Ve ruhun tarifindeki emir, yaratılışın karşılığı olan Allah’a ait bu itibarı ifade için, özellikle Rab ismine muzâf (tamlanan) kılınmıştır. Bununla beraber bu tamlama, ruhun bütün kuvvetleri kapsayan genel mânâsını ortaya koyarsa da özel mânâsı ile ruhun ancak cinsini bildirir. Bu cins içinden özel mânâsı ile ruhu tanıtacak olan husus ise Rab kelimesinin birinci şahsa olan “Rabbî = benim Rabbim” izafetidir. Şu halde ruhun cinsi, Rabbin kendisine özel olarak izafeti de bir bölümü hükmünde olarak ruhun bir gerçeği ile ilgili olarak bir sınırını ifade eden tanımlamasını vermiş olur. Mânâsı şu olur: “Ruh, benim malikim olup beni terbiye eden Rabbimin bütün mahlukatı üzerindeki ilâhlık emrinden bir emirdir ki, bana kendimi ve Rabbimi tanıtır”. Demek ki bir ruh tasarlanmasında aslolan şu üç duygudur: ben, emir, Rab. Ruh, işte eneye Rabbin özel bir etkisi ile tamlamasını ifade eden emirdir. Bu özel tamlama, bu emir olmayınca kimse kendini duymaz, herkes bu tamlama nisbetinin özelliğine göre kendisini duyar, kendini duymayanda ruh olmaz. Kendini tanımayan, o izafet nisbetinden hissesine göre ruhu duyar; ruhu duyan, Rabbini duyar. Bundan dolayıdır ki, ruhu Rab zannedenler, Rabba ruh diyenler, üçlü ilâh inancına sapanlar olmuştur. Onun için cevabında bu yanlışlar da düzeltilerek anlatılmıştır ki ne ben, ne de ruh, rab değildir, Ruh, enenin Rabbinin emrindendir.

Burada dikkate değer önemli bir nokta daha vardır. hitabında Rabbin muzafın ileyhi (tamlayanı) olan birinci şahıs zamiri yâ, her şeyden önce Resulullah’ın sidir. Ona olan izafet-i Rabbaniye (Rab kelimesinin tamlaması), Muhammed realitesinde meydana çıkan tecelliler ise “Gerçekten Rabbinin sana lütfu çok büyüktür” diye açıkça ifade edileceği üzere çok büyük olduğundan bu görüş açısından tamlamanın ifade ettiği tanımlama kendisine Rûhü’l-Kudüs ve Rûhü’l-Emîn denilen Cebrail’i bile kapsamına alan yüksek bir topluluğu içine alır. Bu itibarla tarifinden tasarlaya bileceğimiz mânâ şu olur: “Ruh, beni terbiye eden, bu cümleden bana vahiy ve peygamberlik veren, beni İsrâ ile Mirac’a yükselten, beni bir şefaat makamına gönderen ve bana Kur’ân’ı indirmekte bulunan Rabbimin emrinden bir emirdir ki, ben kendimi ve Rabbim olan yüce Allah’ı onunla bilirim.”

Ve size ilimden ancak biraz verildi. Hiç verilmedi değil, fakat az verildi. Bildiğiniz de az, bilişiniz de azdır. Çünkü ilminiz, sonradan olmuştur, bağıntılıdır. Sofestâîlerin dediği gibi hiçbir şey bilmez değilsiniz, bazılarının iddia ettikleri gibi bütün gerçekleri bilir de değilsiniz. Hak’tan bazı şeyler bilirsiniz, amma gerçeğin bütün derinliğine değil, bazı yönler ile, ruhunuzun mertebesine göre, Rabbinizi tanıyacak, vazifelerinizi anlayacak kadar orantılı bir şekilde bilirsiniz. Şu halde ruh hakkında bilebileceğiniz de bu kadardır.

Bazı müfessirler bu hitabın soruyu soranlara ait olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ” = de” emrinin söylenilenin içinde bulunarak cevabın tamamlayıcısından olması akla daha yakındır. Fakat rivayet olunuyor ki: Yahudiler, bu cevabı işitince: “Bu hitap bize mi muhtaç?” demişler. Hz. Peygamber (s.a.v) de: “Bilakis biz ve siz” buyurmuş. Bunun üzerine demişler ki: “Durumun amma da tuhaftır, bazen “Kime hikmet verilirse ona, çok hayır verilmiş olur” (Bakara, 2/269) dersin, bazen de böyle söylersin. Bize Tevrat verildiğini ve onda her şeyin açıklaması bulunduğunu Kur’ân’dan okuduğun halde, bize verilen ilme nasıl az dersin?” Resulullah (s.a.v) da: “O, Allah’ın ilmine göre azdır. Allah, size o kadarını vermiştir ki amel ederseniz faydalanırsınız” buyurmuş ve bu sebeple “Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa ve yedi deniz de katılsa da yazılsa, Allah’ın kelimeleri bitmezdi…” (Lokmân, 31/27) âyeti inmiştir. Şu halde bu hitap, emrinin içinde olmayıp, yeniden başlayarak ona eklenmiş bir cümle olmak üzere bütün insanlara genel bir hitap demektir. Bütün insanlık ilmi, Allah’ın ilmine göre azdır. O’nun tarafından verilmiş, itibarî, bitmeye mahkum ve sınırlıdır. Allah’ın ilmi ise zatına ait olup herşeyi kuşatmış ve bilgileri sonsuzdur. İlmin tamamı yüce Allah’ın zatî hakikatini bilmeye bağlıdır ki, onu ancak kendi bilir.

Burada şunları da kaydetmemiz yararlı olacaktır:

1- Demek ki “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti”. (Bakara, 2/31) âyeti gereğince Âdem’e bütün isimlerin öğretilmesi, ismi olan her şeyin gerçeğinin öğretilmesi demek değildir. İsimleri öğretmek Allah’ın ilmine göre az bir ilimdir. Bu nokta felsefede “ismiyye” ekolüne bir temel olabilir.

2- “Herşeyi açıklamak için…” (En’âm, 6/154), “Herşeyi etraflıca beyan etmek için…” (Nahl, 16/89) gibi âyetler, bütün eşyanın hakikatı mânâsına olmayıp insanların din ve ahkâm (şerî hükümler) açısından muhtaç oldukları her şey mânâsına izafî (göreli) bir kapsama sahiptir demektir. Ve nitekim öteden beri öyle tefsir edilmiştir.

3- İnsan bilgisinin azlığı, yalnız ruhu bilme açısından zannedilmemelidir. Çünkü diğer şeylerle ilgili bilgilerimizin bile dayanağı ruh olduğundan onlarla ilgili bilgimiz, ruhumuza ait olandan çok değildir.

4- Bu hitapta insanlara ilimden pay veren bir şeref ve aynı zamanda insanlığın ilmî gururunu kıran bir darbe ile, Hakk’ın huzurunda “Biz seni, sana layık olan bir şekilde tanıyamadık” itirafı ile alçak gönüllü olmaya davet eden bir uyarı vardır. Demek Allah katında ilmin sonsuzluğu, insanlar için her hususta ilmin elde edilmesinin mümkün olduğunu ortadan kaldıran bir ümitsizlik delili değil, ilimde ilerleme imkanının sonsuzluğunu sağlayan bir bilgi başlangıcıdır. Bundan dolayı insan sonsuzluğa giden bir aşk ve inanç ile Allah için ilme çalışması ve fakat ilimde hangi ilerleme mertebesine ulaşırsa ulaşsın insan ilminin az yine az; Allah’ın ilmine göre, denizlere oranla bir damladan bile az olduğunu bilerek hiçbir zaman gururlanmaması gerekir.

Şunu da unutmamak gerekir ki, insanın ilmi Allah tarafından verilmiş olduğu gibi, yok olabilir de. Bir insana en büyük ruhun, en yüksek ilmî mertebenin verildiği de farzedilse, onu emriyle dilerse bir anda alıverir. İşte gururdan sakınmak için bu gerçeğin bilinmesi çok önemli olduğundan bakınız, yüce Allah, Peygamberine olan üstünlüğünün büyüklüğünü âyette ifade etmekle ona verdiği ilmin azlıktan istisna edilmiş olduğunu açıklama sırasında, her şeyden önce bu gerçeği öne alıp, açıkça ifade ederek, hem de yemin ve pekiştirme ile, yücelik ve ululuk ifade eden çoğul kipi ile ve diğerlerine son derece etkili ve anlamlı bir ibret olması için özellikle Hz.Peygambere hitapta açıkça anlatarak buyurmuştur ki: “And olsun ki, dilersek o sana vahyettiğimizi elbette ortadan kaldırırız.” Yani Rûhü’l- Kudüs ile indirdiğimiz, bütün fitnelere karşı tesbit ettiğimiz, müminlere şifa ve ilmimizin ruhu olan o yüce Kur’ân’ı bile hafızalarınızdan siler alıveririz. Sonra kendin için bize karşı bir yardımcı da bulamazsın. Yani aldığımızı bizden bizzat kendin geri alamayacağın gibi vasıta ile geri alabilmek için, ne ruhtan ve ne başka şeylerden dayanacak bir vekil, tutunacak bir kuvvet bulmana da imkan yoktur.

87- Ancak Rabbinden bir rahmet olursa başka. Her zaman yalnız ona dayanabilirsin ve işte ona vahyettiğimiz gibi onu koruyan ve sürekli kılan da O’dur. Rabbinin sana özel izafeti ile nimet vermesi ve ihsanı ve bu yüzden âlemlere yaymak istediği geniş rahmetidir. Gerçekten Rabbinin sana olan fazileti, ihsanı ve lütfu çok büyüktür. Diğerlerine benzetme kabul etmeyecek derecede büyüktür.

88-Onun için tam güvenle Yemin olsun ki bütün insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için bir araya gelseler hiçbir zaman onun bir benzerini getiremezler. İnsanlar ayrı, cinler ayrı uğraşsalar getiremezler ya. Hatta birbirlerine yardımcı olsalar bile (benzerini) getiremezler. Kur’ân böyle büyük bir mucizedir. Şimdi yalnız bu âyetin ne kadar kapsamlı, ne kadar kuvvetli, bütün insanlar ve cinler ile gelecek üzerinde böyle en yüksek bir yakîn (kesinlikle) hüküm vermenin, ne büyük bir gayb ilmini kapsadığını ve dolayısıyla başlı başına nasıl büyük ve kalıcı bir mucize meydana getirdiğini insaf ile etraflıca düşünmeli. Bu sözün Allah’ın ilminden bir ilim getirmiş olduğuna nasıl şüphe edilebilir?.

Bu âyetin iniş sebebinde rivayet ediliyor ki, önceki yahudilerden bir grup: “Ey Muhammed!” demişler. “Bize şu getirdiğin hakkı açıkla, bu Allah katından gelen bir hakk mıdır? Çünkü biz bunu Tevrat’ın düzenli bir şekilde dizilişi gibi birbirine uygun olup nizamlı bir şekilde dizilmiş olarak görmüyoruz” Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuş ki: “Vallahi siz, bunun Allah katından gelen bir hakk olduğunu çok iyi biliyorsunuz.” Bunun üzerine onlar: “Amma bu senin getirdiğin gibisini biz de sana getiririz.” demişlerdi ve bunun üzerine yüce Allah, bu âyeti indirdi. Diğer taraftan Kureyş’ten bir topluluk da: “Bize bu Kur’ân’dan başka olağanüstü bir âyet getir, yoksa bunun benzerini biz de yapabiliriz.” demişlerdi ki, olağanüstü âyet dedikleri bundan sonra “Kâfirler şöyle dediler: Bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak çıkarmadıkça sana iman etmeyeceğiz.” (İsrâ, 17/90) âyetlerinde açıklanacak olan öneriler olacaktır. Bu âyet, ile bütün bunlara kesin cevap verilmiş, o gün bu gün bunca asırlardan beri bütün tecrübe ve teşebbüslerin karşısında bu cevap, tam bir doğrulukla gerçekleşerek heybet ve ululuğunu artırmış durmuştur. (Bakara, Sûresindeki “Onun benzeri bir sûre meydana getirin.”; (2/23) Hûd Sûresi’ndeki, “De ki: Siz de Kur’ân’ın benzeri, on uydurma sûre meydana getirin bakalım. Eğer iddianızda doğruysanız, Allah’tan başka yardımını isteyebileceklerinizi de çağırın…”; (11/13) Hıcr Sûresi’ndeki “Onun (Kur’ân’ın) koruyucusu da şüphesiz ki biziz” (15/9 âyetlerinin tefsirine bkz.) İşte Kur’ân’ın her hükmü böyle ilim, böyle şüphesizdir.

89-93-Böyle bir peygamberi gören o kâfirlerin iman etmeyip de bu kadar inat etmelerinin sebebi nedir, denecek olursa:

101-104- Ahiret vaadi (kıyamet) geldiği vakit, hepinizi toplayıp biraraya getireceğiz. Buradaki ifadesinin sûrenin başında geçen yani “ikinci defa olan fesadın zamanı” mânâsına olması düşünülebilirse de “eğer siz kötülüğe dönerseniz, biz de cezalandırmaya döneriz.” (17/8) âyetinin) mânâsına bakılarak “ahiret yurdu vaadi” mânâsına olması tekrardan uzak ve daha açıktır ki, kıyamet demek olur…

Özetle ey Muhammed!

105- Onu, Kur’ân’ı hak ile indirdik ve o, hak ile indi. Yani hiç bozulmadan indirdiğimiz gibi hakkıyla indi; nazmı da hak, inişi de hak, indiği de haktır. Hakk’ın hikmeti ile hakikaten hak Peygambere inmiştir. Onun haber verdikleri muhakkak olacaktır. Ve seni ancak bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. İman ve itaat edenlere sevabın ve kâfirlere, isyan edenlere azabın olacağını bildireceksin. Yoksa herkesin istediğini yapacak, inatçı kâfirlere zorla iman verip kurtaracak değilsin. O halde sen müjdeleme ve uyarma vazifeni yap, sonundan korkma! Fakat o müjde ve uyarma bir defada bitecek değil, devam etmesi gerekir.

106- Hem bir Kur’ân olarak ki ağır ağır zaman zaman insanlara okuman için, biz onu ayırt ettik, kısım kısım yaptık ve onu peyderpey indirdik. Yani hepsini birden değil, asıllardan ayrıntılara doğru, insanların her türlü menfaat ve ihtiyaçlarına ve durumların gereğine uygun olmak üzere yavaş yavaş indirdik. Onun için Kur’ân’dan bir hizib (cüzün dörtte biri) veya bir aşır (on âyet) ve hatta bazen bir âyet, bağımsız bir kitap gibi, başlı başına müjdeleme ve uyarmayı kapsayan bir derstir.

Alûsî, tefsirinde der ki: “Beyhakî, Şuâb’ında Ömer (r.a) den şöyle dediğini rivayet etmiştir: ‘Kur’ân’ı beşer âyet, beşer âyet öğreniniz. Çünkü Cebrail (a.s) onu beşer beşer indirdi”. İbnü Asâkir de Ebu Nadre kanalıyla rivayet etmiştir ki: “Ebu Sa’id-i Hudrî bize Kur’ân’ı sabah beş ve akşam beş âyet öğretir ve Cebrail (a.s) beşer âyet, beşer âyet indirdi, diye haber verirdi.” demiştir. Bununla birlikte beşten daha fazla ve daha az olarak inmesinin de gerçekleştiği sahih rivayetlerle sabit bulunduğundan maksat, çoğu demektir.”

107- De ki: Ey bu Kur’ân’a inanmayan cahiller! Siz buna ister inanın, ister inanmayın; yani Kur’ân’ın doğruluğuna ve kemaline karşı sizin gibilerin inanıp inanmamasının hiç önemi yoktur. İnanmanız onun kemalini artırmaz, inanmamanız da ona eksiklik vermez; iman ederseniz faydası kendinize, etmezseniz zararı yine kendinizedir. Artık siz düşünün. Şüphesiz ki bundan önce kendilerine ilim verilen kimseler, Kur’ân inmeden önce, daha evvel indirilen kitapları incelemiş olup da vahyin, kitabın, din ve şeriatin ne olduğunu anlamış, peygamberlik delillerini öğrenmiş değerli âlimler kendilerine Kur’ân okununca çeneleri üstü düşerek secdelere kapanıyorlar.

108- Ve diyorlar ki: “Rabbimizi tesbih ederiz, ne büyük şan. Rabbimizin vaadi gerçekten yerine getirildi.” Yani önceki kitaplarda vaad ettiği o Peygamber geldi. Haber verdikleri şeylerin hepsi olacaktır diye tesbih ve şükrediyorlar.

109- Ve ağlayarak çeneleri üstü kapanıyorlar ve o Kur’ân okundukça onların huşularını (boyun eğmelerini) artırır.

Bunun bir benzeri de “Peygambere indirileni işittikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı, gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar: “Ey Rabbimiz! İman ettik derlerdi.” (Mâide, 5/83)

110- De ki: İster “Allah” diye dua edin, ister “Rahmân” diye dua edin Hangi isimle çağırırsanız, güzeldir. Çünkü en güzel isimler hep O’nundur, O eşsiz zatındır. Resulullah (s.a.v) bir gün Mekke’de “Ey Allah, ey Rahman ” diye dua ederken müşrikler işitmişler. Ve “Muhammed bir ilâha davet ediyordu, halbuki kendisi iki ilâha dua ediyor” demişler. Onlara cevap olarak Allah’ın bu emri inmiştir. Yani yüce Allah’ın bir çok isimleri vardır ki onlar, en güzel isimlerdir. En yüksek güzellik, ululuk ve saygı ifade eden en güzel isimler hep O’nundur. Bunların herhangisiyle olursa olsun dua caizdir. Çünkü ismin bir kaç tane olmasından, isim sahibinin birkaç tane olması gerekmez. Bütün esma-i hüsna (en güzel isimler) ile dua, ortağı olmayan o bir zata (Allah’a) duadır.

Hem namazda sesini fazla yükseltme. Namazda okurken veya dua ederken bağırma, gösteriş ve saygısızlık lekesi olmasın. Büsbütün gizli de okuma. Yani kendin işitmeyecek kadarda gizli okuma, Allah’tan başkasından korkuyormuş gibi olmasın. Bunun arasında bir yol tut.

111-Ve de ki Hamd, Allah’a, her türlü yüceltme ile şükür, Allah’a. O Allah ki çocuk edinmedi. Doğurmaktan uzak olduğu gibi evlatlık da edinmedi. Bundan dolayı çocuk edindi diyenler onun şanını bilmediler. Yalan söylediler. Mülkte O’nun ortağı yok. İki veya üç (Allah) diyenler, başkalarını karıştıranlar iftira ettiler. O’nun acizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı yoktur. Yani acizliğinden meydana gelen, zilletten korunmak, izzet (yücelik) bulmak için yardım etmesine muhtaç olunan dosttan, sevgili ve yardımcıdan ve ittifak eden kimseden de uzak ve beridir. Üstünlük ve rahmetiyle sevdiği, velilik verdiği, Allah’ın dostları denebilecek dürüst kulları olmaz değil ise de herhangi bir ihtiyaçtan dolayı dost edindiği hiçbir veli de yoktur. Alçaklıktan uzak bizzat aziz ve kuvvetlidir. “Kuvvet ve kudret tamamıyla Allah’ındır.” (Fatır, 35/10) Ve onu tekbir ile yücelt de yücelt. Zatında da yücelt, sıfatında da yücelt; yaptıklarında da yücelt, isimlerinde de yücelt. “Allah, en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur, Allah en büyüktür, Allah en büyüktür. Hamd yalnız Allah’a mahsustur.”

Rivayet ediliyor ki, Abdulmuttalib çocuklarından konuşmaya başlayan her oğlan çocuğa Hz. Peygamber (s.a.v) bu âyetini belletirdi. Ve buna “yücelik ve ululuk âyeti” ismini vermişti.

Tesbih ve İsrâ (gece yolculuğa çıkartma) ile başlayan bu sûrenin bu de hamd ve tekbir emirleriyle bitmesi ne kadar güzel, ne kadar beliğdir. Bu hamd ve tekbir emrinin “Gerçekten Rabbinin sana lütfu çok büyüktür” (İsrâ, 17/87) nimetine şüphesiz özel bir bağlantısı vardır.

İmam Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, Nesaî ve diğerleri Hz. Aişe (r.a) den rivayet etmişlerdir ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) bu sûre ile Zümer Sûresi’ni her gece okurdu. Sahih-i Buharî’de İbnü Mesud’dan rivayet olunduğu üzere yüce Peygamber (s.a.v) bu sûre ile bundan sonra gelen Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiya Sûreleri hakkında buyurmuştur ki: “Bunlar ilk değerli sûrelerdendir, yani Mekke’de inen sûrelerdendir ve bunlar, benim eski servetimdendir.” Yani Hz. Muhammed’e ait şan ve makama özel ilişkileri olan, eskiden beri ezberlediğim sûrelerden, bana ait virdlerimdendir. İşte “Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a ulaştıracaktır.” (17/79) müjdesini veren İsrâ Sûresi’nden “Ey Muhammed! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 21/107) ululamasını veren Enbiya Sûresi’ne kadar bu beş sûrenin tertibi de bu temel üzeredir. Bakınız hamd ve tekbir emri ile biten İsrâ Sûresi’nden sonra Kehf Sûresi’nin hamd ile başlaması ne ahenklidir!

İsra Suresini Okumak için TIKLAYINIZ

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.